Zafer Akay
İstanbul
"modern hareket"in damgasını vurduğu kentlerden değildir. Hatta
"erken cumhuriyet dönemi"nde modern mimarlığın izlerinin güçlükle
tespit edilebileceği, oldukça marjinal konumda bulunduğu bir kenttir. Üstelik,
bu sınırlı örneklerden de oldukça azı bugüne gelebilmiştir. Tarih boyunca
yapıları yok ederek yerine yenisini üreten anlayış, bu az sayıdaki
"modernite" simgesine de pek ayrıcalıklı davranmamıştır. Sonuç olarak
kentteki "modernite" pek kolay fark edilemez. Belki de bundan dolayı,
bugün de, örneğin AKM gibi 20. yüzyılın önemli simge yapılarının kent
tarafından benimsenmesinde bazı sorunlar yaşanabilmektedir. Öte yandan
endüstrileşmeye paralel bir modernleşme gelişen kentin yeni yüzünü belirler.
Merkezde ise 19. yüzyılın seçmeci ve neoklasik mimarlığını kendine yakın
hisseden popüler kültür, örneğin Akmerkez'i yılbaşı süsleriyle donatılmış
olarak bağrına basma eğilimindedir. Kentsel yenileme alanlarında belirginleşen yapıları
yenilerken tarihselleştirme gayreti, 20. yüzyılın "kimliksiz" izlerini
neredeyse kentten silmeyi amaçlamaktadır. "Modern mimarlık"ın
İstanbul'daki varoluşunun oldukça karmaşık kültürel süreçler içerdiği açıktır.
Türkiye'ye
30'lu yıllarda ulaşan "modern hareket"in İstanbul'da belirgin bir
etki yaratamamasının birçok nedeni vardır. Öncelikle, artık resmi ve kamusal
yapıların yeri İstanbul değildir. Geç 20'li ve 30'lu yılların resmi yapı
etkinliği kaçınılmaz olarak yeni oluşan başkent Ankara'da yoğunlaşacaktır. İstanbul'da
bulunan bazı işlevini kaybeden resmi yapılar ve "saraylar" ise
çoğunlukla eğitim kurumlarının kullanımına geçerler. Bu yıllarda İstanbul'da
resmi yapı olarak sadece birkaç semt vergi dairesi dikkat çekecektir.
O
dönemde şehir dışı sayılan Mecidiyeköy'de yapılan Likör Fabrikası, İstanbul'da
gerçekleştirilen ilk modern yapı sayılır. Endüstri yapıları kuşkusuz
İstanbul'un vazgeçilmezleri arasında olacaktır. Yapı, aynı zamanda, "erken
modernizm"in ünlü isimlerinden Robert Mallet-Stevens'ın Fransa dışında gerçekleşen
tek yapısı olma özelliğini de taşır. Likör Fabrikası günümüzde kentin oldukça
yoğunlaşmış bir bölgesinde, yalıtılmış bir endüstri yerleşkesi içinde, biraz gözlerden
uzak bir konumdadır. Yakın gelecekte önemli düzenlemelere sahne olacak
olan bölge içinde, değer kazanması ve kamusal bir işlev kazanması umulmaktadır.
Aynı
dönemin bir başka örneği de bir başka Fransız mimar Georges Dèbes'in tasarladığı,
çok özgün bir yapı olan Fındıklı 13 nolu İlkokulu ya da sonraki adıyla Namık
Kemal İlköğretim Okulu'dur. Topografyaya duyarlığıyla dikkat çeken, büyük
dersliklerin güneye yönlendirilmesiyle tipik modernist ilkeleri temsil eden
yapı, daha sonraki yılların "tip" okul yapılarına pek benzemez. Namık
Kemal İlkokulu, oldukça merkezi bir konumda olmasına karşın, bugün yakın çevresinden
kolayca algılanamayan, mimarlık literatüründe pek yer almamış, neredeyse yakın
zamanda yeniden keşfedilmiş bir yapıdır.[1]
O dönemdeki adıyla Yüksek Mühendis Mektebi'nde mimarlık profesörü olan Georges
Dèbes'in nedense kendisinden beklentiler oranında gerçekleştirilmiş
yapıtı yoktur. Orhan Safa'nın anılarında hocanın Gümüşsuyu'ndaki Yüksek
Mühendis Mektebi Yurtları için hazırladığı bir persfektiften sonra bir türlü
gerçekleştirmediği uygulama projesi konu edilir. Yapı bu koşullarda, Emin Onat
ve Orhan Safa'nın bağımsız olarak geliştirdikleri, daha sonra Dèbes'in
perspektifine uyumlu hale getirilen uygulama projesiyle oluşmuştur.[2]
Kamusal
yapıların önemli bir istisnası olan İstanbul Limanı Yolcu Salonu'nun projesi
1934'te açılan bir yarışma sonucunda belirlenir.[3] Ancak yayın organları olan Arkitekt dergisi aracılığıyla mimari proje
yarışmalarını savunan ve birçoğunda da başarılı olan genç mimarlar kuşağına,
"erken cumhuriyet"in kültür otoriteleri tarafından pek fazla güven
duyulmamaktadır. Bu yıllarda mimarlık konusunda otoritenin sesi konumunda
gözüken Falih Rıfkı Atay'ın Ankara'daki önemli projeler için Clemens
Holzmeister'e desteği bilinir. Ankara için Holzmeister'in üstlendiği rol
İstanbul'da Georges Dèbes'e verilmiş gözükmektedir. Karaköy Yolcu Salonu
yarışmasını kazanan üç projeden birinin genç müellifi Rebii Gorbon projeyi yarışmanın
jüri üyelerinden Georges Dèbes ile tamamlayacaktır. Dèbes'in bu
konumu, Arkitekt'in ilkelerine uymadığından olmalı ki, bitmiş yapının
fotoğrafları dergide yayınlanmayacaktır. Yolcu Salonu yapısı bugün de, Karaköy
siluetindeki özel konumuyla kuşkusuz "erken cumhuriyet" döneminin
İstanbul'daki en belirgin imgesini oluşturur.
"Modern
hareket"in İstanbul'daki en simgesel temsilcisinin
Sedad Hakkı Eldem'in tasarımı olan Kabataş'taki SATIE ya da "Tesisatı
Elektrikiye" binası olduğunu ileri sürmek abartılı olmayacaktır.[4]
SATIE adı şirketin Fransızca adı olan "Societé Anonyme Turque de
l'Installation Electrique"in kısaltılmış biçimidir. 1934 yılının Eldem'in
erken dönemini yansıtan, tam bir "uluslararası stil" denemesi olan
yapı, alt katındaki elektrik armatürlerini tanıtan mağazasıyla, içeriğiyle de
yeni çağın, yeni teknolojinin tanıtım yeridir. Üst kattaki ofis alanlarıyla
ve depo işlevleriyle oldukça kütlesel olan yapı 50lerin sonunda yol genişletme
amacıyla ortadan kaldırılmıştır. Deniz kıyılarının "çer çöp" diye
tanımlanan küçük yapılardan arındırılması İstanbul için temel bir yerel yönetim
yaklaşımıdır.[5] Bu yıllarda, ikinci kez
yerellik arayışlarına yönelmiş olan Sedad Eldem'in kendisinin de ne bu kıyıma
karşı çıktığına, ne de bu kayba üzüldüğüne dair bir belge bulunmaz.[6]
SATIE, İstanbul'da "modernizm"in verdiği ilk önemli kayıp gibi
gözükmektedir. Eminönü'ndeki birkaç yapı adasını, Taksim'deki koca bir kışlayı
götüren "temizlik"lerin daha da ileri bir aşamasına varılan 50'lerde,
"Menderes yıkımları"yla "modernleşme" bu kez kendi çocuğunu
yemiş görünmektedir.
Meydan
temizlemelerine feda edilen bir başka teknik yapı da, bir bakıma SATIE'nin
küçük bir benzeri olan, Kadıköy'deki "Elektrik Evi"dir.[7]
1937'de tamamlanan, Rebii Gorbon'un tasarımı olan yapı da aynı sonu paylaşır.
Oldukça özgün bir küçük yapı olan "Elektrik Evi" modernizmin bir
başka simgesi olarak, elektrik abonelik işlerinin yanı sıra Kadıköylülere yeni
elektrikli ve gazlı gereçleri tanıtma görevini üstlenmiştir. Kadıköy
Belediyesi'nin çok yakınında, hale bakan yan cephesinin tam karşısında yer alan
yapı, bulunduğu parselde biraz geri çekilerek ve üçgen biçimli bir hale getirilerek
bir cephe daha kazanmış, etkili bir yapı görünümündedir. Denize bakan köşedeki
elektrik sembolleri ile o yıllarda "yazlık" bölgesinden İstanbul'un
sakin ve prestijli konut bölgesine dönüşmekte olan Kadıköy'ün karakteristik bir
"modernleşme" simgesidir. 1966 hava fotoğrafında bazı değişimler
geçirdiği gözlenen "Elektrik Evi" de daha sonraki Kadıköy meydan
düzenlemeleri sırasında ortadan kalkmış olmalıdır. Kadıköy Belediyesi'nin önünü
açmak için "temizlenmiş" olmasını bu koşullarda şaşırtıcı saymamak
gerekir.
Modernleşmenin
motiflerinden biri yeni teknolojiyse, bir diğeri de yeni yaşam biçimini anlatan
plajlardır. İstanbul yazlarının vazgeçilmezi haline gelen plajlar, on yıl
öncesindeki derme çatma tahta deniz hamamları egzotizmindenbatılı kentsel
rekreasyon alanlarına hızlı bir değişimi temsil etmek üzere yaygınlaşırlar.
Bugünden bakıldığında, henüz kırsal alandan büyük göç almamış ve endüstrileşip
kirlenmemiş İstanbul'u baştan başa süsleyen plajların doğal güzelliğini de,
hızlı modernleşmiş bir toplumun eğlence dünyasını canlandırmak da zor olmalı.
70lerden sonra hızla terk edilmek zorunda kalan bu plajlardaki yapılarının çoğu,
şu veya bu biçimde birer restoran tarafından sahiplenilmiş ve ayakta kalmayı
başarmışlardır. En büyük dönüşümü yaşayan mekan olarak bugün Reina adlı popüler
gece klübünü barındıran Lido yüzme havuzu sayılabilir.[8] Her nasılsa boş ve bakımsız kalmış olan, Atatürk Deniz Köşkü'nün
hemen bitişiğinde, 1934'te Seyfi Arkan tarafından tasarlanan ilk Florya Halk
Plajı ise, çok yakın bir zamanda, 2006'da, hala bir şekilde değişmemiş olduğu
ortaya çıkan "temizlik" operasyonu ideolojisine kurban gitmiş oldu.[9] Yine Florya'da, daha sonraki yıllarda Sedad Hakkı Eldem ve Orhan
Çakmakçıoğlu'nun ortak tasarımı olan o zamanki adıyla A Moteli Gazinosu ise şanslı
örneklerden biri sayılmalıdır.[10] Bir restoran tarafından belki biraz tesadüfi biçimlerde
korunmakta olan yapının, değişen ihtiyaçlar doğrultusunda yarı açık alanları,
restoranın yeni tarzı doğrultusunda kapatılmış ve iklimlendirilmiştir. Bir pist ve havuzu birleştiren avlu ise, "anıtsal" kauçuk bitkisi
ile örnek bir duyarlılıkla yaşatılmakta, duvarlardaki seramiklerdeki
yıpranmalar özel çabalarla yenilenmektedir. Dışardan bakıldığında
pek tanınamayan yapı içinde hoş sürprizler taşımaktadır.
Erken
cumhuriyet döneminin bir başka kamusal yapısı da dönemin önemli etkinlik
merkezlerinden olan Kadıköy Halkevi'dir. Halkevi 1938'de açılan yarışmayı kazanan
Rüknettin Güney'in projesine göre yapılır.[11]
Anadolu yakasının kültür aksı olarak gelişen Bahariye Caddesi'nde eğimli bir
parsele yerleşen yapı, Kadıköy siluetinde yer edinecek bir konumda sayılmaz. Dönemin anlayışına göre cadde yönünde törensel amaçlı bir meydancık, alt
kotta, güney yönünde bir yeşil avlu çevresinde örgütlenen yapı dönemin önemli
bir etkinlik merkezini oluşturur. Bugün kısmen işlev olarak farklılaşarak
Adliye'ye dönüşmüş olmaktan başka, kullanımın niteliği açısından bir tür başkalaşıma
uğramış olan yapı, mekansal olarak da özellikle avlularının otoparklara
dönüşmesi sonucu fakirleşmiş bir görünümdedir. Kendi alanını oldukça
yoğun olarak kullanmış olan yapı,
çevresi giderek merkez özellikleri ağır basmış, sıkışık bir bölgede
kalmıştır. Yapısal olarak ise görece iyi bir durumda sayılabilir.
Savaş
yıllarının başlangıcında, Prost planının da etkinlik kazanmasıyla, İstanbul daha
sonra Kongre vadisini de içine alacak bölgede bir dizi kültür yapısı kazanmaya
başlayacaktır. Bunların ilki 1939'da tamamlanan daha çok bir eğlence odağı olan
"Taksim Belediye Gazinosu" sayılabilir.[12]
Yıkılan Kışla'nın arkasında kalan "Taksim Bahçesi"nde, eski gazino
binasının yerine yapılan yeni yapı İstanbul'a damgasını vuran vali ve belediye
başkanı Lütfi Kırdar'ın ilk projelerinden sayılır. Yine Rüknettin Güney
tarafından tasarlanan yapı, boğaz manzaralı teraslarıyla kent yaşamının
odaklarından birini oluşturur. Oldukça batılılaşmış bir cumhuriyet kültürünü
yansıtan yapı ne çok "modernist", ne de "milli mimarlık"
söylemi etkisinde, denge arayan bir tasarım anlayışını yansıtır. Kentin
bir başka simgesi olan Belediye Gazinosu da pek uzun ömürlü olamayacaktır.
Varlığını 1965'e kadar sürdürür ve bu kez oldukça "anlaşılır" bir
nedenle, yerini Sheraton Oteli'ne terk eder.
Bütün
bunlar belki en doğru "plana rağmen plansızlık" olarak
tanımlayabileceğimiz, tartışmaları 90lara kadar süren Prost'un ünlü 2 nolu
Park'ın konumuna ilişkin kaçınılmaz süreçlerdir.[13]
Bir yandan da yapılan planlamanın ne kadar ileri görüşlü olduğu da zaman zaman
tartışmaya açılmıştır. Le Corbusier'in izinde, 30lardan başlayarak, bütün
meslek pratiğinde yeşil alanlar içinde gökdelenlerden söz eden Burhan Arif
Ongun'un yaklaşımları da kuşkusuz bu bağlamda hatırlanmaya değer.[14]
Sonuçta, kültür vadisi oluşmaya devam edecek ve artık bundan sonra bu kadar
büyük kayıplar vermeyecektir. Hemen hemen hepsi savaş sonrasında tamamlanan
yapılardan Radyo Evi ve Açık Hava Tiyatrosu sorunsuz bugüne ulaşırken, Paolo Vietti
Violi, Şinasi Şahingiray ve Fazıl Aysu'nun tasarımı olan Spor ve Sergi Sarayı
90'larda oldukça radikal bir biçimde yenilenme şansını bularak Lütfi Kırdar
Kongre Merkezine dönüşür. Aynı mimarların bir başka tasarımı olan, kent
içindeki konumu biraz tartışmalı olan İnönü Stadyumu'nun, bu ölçülerde 21.
yüzyılı görmüş olmasını bir şans olarak değerlendirmeli. Vadinin daha sonraki
yıllardaki yeni simgesi ise kuşkusuz Hilton Oteli olacaktır. Bundan sonraki
gelişmeler için bir model oluşturan yapı İstanbul'un kültür yaşamının da yeni odağı
olacaktır. Eldem'in tanımladığı "Yeni İstanbul"un siluetine karakter
verme ihtiyacı küreselleşmenin temelini atan Hilton'un öncülüğünde çeşitli
uluslararası otel yatırımlarıyla tamamlanacaktır.[15]
Hilton'dan sonra hızla değişen "Avrupa Yakası" siluetini tanımlayan
simgeler, artık modern-geleneksel paradigmasının ötesinde, her zaman
"modernite" ile tanımlanamayacak, endüstrileşmiş ve kapitalistleşmiş
bir "küresel megakent"i anlatmaya başlayacaklardır.
Savaş
sonrası dönemden şaşırtıcı bir yıkım örneği de Behçet Ünsal'ın 1946'da
tasarladığı Kabataş'taki Tekel Genel
Müdürlüğü yapısıdır.[16]
3 katlı eski depo yapısının yenilenmesi ile elde edilen ve detaylarının
özenliliğiyle dikkat çeken yapı, kuşkusuz basit bir çer çöp temizlik operasyonu
için fazla büyüktür. 1966 hava fotoğrafında görünmeyen yapının
Kabataş Arabalı Vapur Rıhtımının genişletilmesi sırasında yıkılmış olduğu,
bugünkü Deniz Otobüsü Terminali yerinde bulunduğu anlaşılmaktadır.
Daha
sonraki yılların giderek daha "görkemli" yapıları arasında kayıplar
daha azdır. 40'ların sonunda yapılan İstanbul Adalet Sarayı, hızla göç almaya
başlayan ve büyüyen kentin yeni resmi yapılarının ilklerindendir. Sedad Eldem
ve Emin Onat'ın ortak tasarımı olan proje, yarışmanın sonuçlanmasının ardından uzun
süren tartışmalar sonucunda, bazı değişimlere uğrayarak gerçekleşecektir. 50lerin
simgesi olan İstanbul Belediye Sarayı'nın Adalet sarayı ile ortak yönleri, aynı
unvanı taşımaktan başka, aynı tartışmalı biçimde Bizans Sarayları üzerine
yerleşmiş oluşlarıdır. Bugünden bakıldığında bu iki proje de koruma kavramları
açısından olağanüstü şaşırtıcıdırlar. Belediye Sarayı kazılarından çıkarılan
mozaikler sansasyonel bir biçimde Arkitekt dergisinin kapağına yansırken, bu
yapıların yer seçimleri hiç sorgulanmaz.[17]
"Milli Mimari" yıllarının anıtsal yapısıyla bir "saray"
olarak tanımlanmak için pek eksiği olmayan İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi de bu bakımdan çok farklı bir konumda değildir. Dönemin bakış
açılarının farklı olduğu çok açıktır. Sahilleri çer çöpten temizleyen
güzelleştirme anlayışı, tarihsel merkezin arkeolojik alanları üstünde, artık
kapitalistleşmiş "ılımlı modernizm"in simgelerini pek uyumlu
bulmaktadır.
"Modernizm"in
konut alanlarında da fazla farkedildiği söylenemez. 30lardan başlayarak yoğun
olarak Kadıköy'den Bostancı'ya kadar sahil boyunca, daha çok yazlık konut
olarak yapılan villalar 60lardan sonra hızla yok olmaya başlayacaklardır.
Birçok 19. yüzyıl ahşap köşkünün hızla yok olduğu bu süreçte, "beton
köşk"ler adına endişeye kapılmak pek akla gelmez. Boğaz ve Adalar'ın bu
açıdan durumları biraz daha farklı olsa da, Anadolu yakasında, artık izlerine
sadece Arkitekt sayfalarında rastlanabilecek yüzlerce "beton köşk"ten
bugüne kalanlar son derecede sınırlıdır. Bunun sonucunda, bugün ayakta kalan
yapılardan yola çıkarak özellikle 30ların villa mimarlığından söz edebilmek
oldukça zordur.
Çok
katlı konutlar açısından ise durum daha farklıdır. İstanbul'da 20. yüzyıl
başlarından itibaren, yer yer 7-8 katı bulan yükseklikte konut üretimi
süregitmiştir. 30lu yıllar boyunca geleneksel mimarlık kültürünü sürdüren konut
üretimi de sürer. Özellikle Gümüşsuyu, Talimhane, Teşvikiye, Şişli bölgelerinde
bugün de kentsel bütünlük taşıyan konut dizileri, çoğunlukla geleneksel,
klasikçi yaklaşımda, asansörlü prestij konutları olarak oluşurlar. Çok azı
yayınlanmış, bazen "art deco" olarak da tanımlanan bu tür yapıların
mimarlarının isimleri de çok az bilinir. Bazen yapılar üstündeki tabelalardan,
bazen de Arkitekt'teki kısa biyografi veya bilgi detaylarından öğrenebildiğimiz
isimler arasında Hrant Apraham, Aram Şekerciyan, Torkum Çubukçuyan sayılabilir.
Bu tür yapı etkinliğinde müteahhit-mimarların yanı sıra, inşaat mühendislerinin
de tasarımcı olarak önemli yer tuttuğu anlaşılmaktadır. "Modern
hareket" de 30larda bu yapı etkinliği içinde kendini gösterecek, bazı özel
örneklerde "ilkel kübik" mobilyalarla "modern ev" kavramı
gündeme gelecektir.
İstanbul,
bu apartmanların korunması açısından oldukça şanslı sayılabilir. Örneğin bugün Ankara'da,
Atatürk Bulvarı üstünde, Sıhhiye Kızılay arasında ayakta kalabilmiş çoğunlukla
5 katlı olan birinci kuşak apartman sayısı 3'ü geçmemektedir. Atatürk Bulvarı
silueti tümüyle değişmiştir. İstanbul'da ise özellikle Gümüşsuyu, Cumhuriyet,
Teşvikiye caddelerinde ilk kuşak yapılar siluette belirgin bir ağırlıktadırlar.
Bunun önemli nedeni İstanbul'da çoğunlukla beş kat olan sınırın yüksek subasman
ve asma katla 7 katı bulması, asansörlü yapıların çoğunlukta olduğu birçok
caddede de "resmi" beş katın üstüne çıkılması olmalıdır. Proje
tanıtım metinlerinde "Yapı ve Yollar Kanunu" ayrıntılarını sık sık
gündeme getiren Arkitekt'te, 1937 yılında, yüksek inşaatları konu edinen
imzasız bir yorum yer alır.[18]
Bu yorumda, arsaların boş kalması ve güneşe erişim gibi gerekçelerle, Türkiye
genelinde 5 kattan yüksek bina yapılmaması için alınan Bakanlar Kurulu kararı
tartışılır, arsa fiyatlarındaki yükseklik konu edilir ve 8-9 katlı inşaatın
betonarme için ekonomik olduğu ileri sürülür. 1930-60 yılları arasında
Arkitekt'te yayınlanmış apartman yapıları incelendiğinde sözü edilen beş katlı
yapıların önemli bir kısmının bugün yerinde olmadığı görülmektedir. Zeminle
birlikte 6 kat olan yapılar korunmuş ve kat eklenmişken, beş katlı yapıların bir
kısmının korunamamış olması, daha sonraki yıllarda kat adedi üzerindeki
baskının yoğunluğunu göstermektedir.
Bu
korunamayan beş katlı yapılar arasında, Arkitekt'te 1951 yılında yayınlanmış
olan, Emin Necip Uzman tasarımı, Nişantaşı'nda, o zamanki adıyla Emlak
Caddesi'ndeki İpek Apartmanı sayılabilir.[19]
(resim 19) Bir başka örnek de İstanbul'un ilk modern apartmanları arasında
sayılabilecek, Kadıköy, Mühürdar Caddesi'ndeki Seza Apartmanı'dır.[20]
Sırrı Bilen tarafından tasarlanan ve 1933'te tamamlanan yapı cam doğrama ile
kaplı balkonları ile dikkat çeker. Aynı dönemden, mühendis Fikri
Santur ve mimar Abidin Mortaş'ın ortak tasarımı olarak 1932'de yayınlanan
Nişantaşı, Rumeli Caddesi'ndeki Melek Apartmanı'na ise, 2 kat eklenmiş ve
bugüne bütünüyle farklı bir görünümde gelmiştir.[21] Daha az katlı örneklerin korunamamış olması bu koşullarda
şaşırtıcı sayılmamalıdır. Rebii Gorbon'un tasarımı olan, Kadıköy, Mühürdar
Caddesi'nde, arka sıradaki binaların denizi görmesi için 15 m. yüksekliğe izin
verildiği belirtilen, 3 kat ve çekme kattan oluşan, dönemin şık bir apartmanı
bu koşullara örnek gösterilebilir.[22] Ana caddelerde yapıların 6 kat ve üstüne yükselebildiği daha sonraki
yıllarda da, sokaklarda 3 kat ve çekme kat anlayışının sürmekte olduğu
anlaşılmaktadır. Şişli istasyonu civarında olduğu belirtilen ve aydınlık
konusuna çok ilginç bir çözüm getiren, Emin Necip Uzman'ın tasarımı olan bir üç
katlı apartman da bugüne ulaşamayan örnekler arasındadır.[23]
Arkitekt'te
bu yıllarda yayınlanmış yapıların büyük bir çoğunluğu, özellikle Şişli
bölgesinde, kat eklemeleriyle bugüne gelebilmişlerdir. Bu yapıların bir bölümünün serüveni yazının
sonuna eklenen bir görsel derlemeden izlenebilir. Yapıların bazılarının bir
tabela kaosu ile farkedilmez hale geldiği gözlenmektedir. Bir dönem merkez
bölgelerinde kat artışlarına yol açan rant artışı, belli bir aşamadan sonra üst
katlar için tersine dönmüş gibi gözükmektedir.
Alt katlarda ticaret ve ofis kullanımlarının artması, kalabalıklaşma ve
gürültü kirliliği artık konutları kaçırma eğilimindedir. Konut alanları artık
daha farklı kabullerle oluşmaktadır. İşlev değişikliği her tür yapı gibi
konutlar için de gündemdedir. Hızla, kontrolsüz büyümüş olan kent bir yandan yeni
alışkanlıklara göre kendini yenilemekte. Yeni kent imgelerinin oluşma
sürecinde, yenilerken eski stilleri çağırmak da dönemin kaçınılmaz bir özelliği
gibi görünüyor. Bu küreselleşen kentin çoğulculuğu artık oldukça eskimiş
"modernite" simgelerine de yer ayırabilmeli.
Metindeki görsellerin tamamı ve sözü edilen albüm için: s. 67-75:
http://www.mimarist.org/yayinlar/mimar-ist/2503-mimar-ist-bahar-2011.html
http://www.mimarist.org/yayinlar/mimar-ist/2503-mimar-ist-bahar-2011.html
Kaynakça:
•
Mimar/Arkitekt dergisi, 1931-1980.
•
Batur, Afife (ed.) (2006) Architectural
Guide to Istanbul, volume 4: Modern and Contemporary, Chamber of Architects
of Turkey Istanbul Metropolitan Branch.
•
Bilgin, İhsan vd. (2010) İstanbul 1910 -
2010 Kent, Yapılı Çevre ve Mimarlık Kültürü Sergisi, İstanbul Bilgi
Üniversitesi.
•
Bilsel, Cana ve Pinon, Pierre (ed.) (2010) İmparatorluk
Başkentinden Cumhuriyet'in Modern Kentine: Henri Prost'un İstanbul Planlaması
(1936-1951), İstanbul Araştırmaları Enstitüsü.
•
Cengizkan, Ali (2002) "İstanbul Fındıklı 13. İlkokul: "Modern
Mimarlığın Beş Noktası" ve Bir Uygulama", Modernin Saati, Boyut, İstanbul, s. 101-117.
•
Duyuran, Rüstem (1954) "Belediye Sarayı Mozaikleri", Arkitekt 1954/9-12, s. 166-170.
•
Ongun, Burhan Arif (1969) Ay Işığında,
İstanbul.
•
Ongun, Burhan Arif (1974) 50 Yıl Böyle
Geçti, İstanbul.
•
Safa, Orhan (1995) ("Anılar"), Anılarda
Mimarlık, s. 78-99. YEM Yayın, 1995. İlk yayınlanış: Yapı 168, Kasım 1995.
•
Tanyeli, Uğur (2007) Mimarlığın
Aktörleri, Türkiye 1900-2000, Garanti Galeri, İstanbul.
•
Tanju, Bülent ve Tanyeli, Uğur (2009) Sedad
Hakkı Eldem II, Retrospektif, Osmanlı Bankası.
[1] Yapının
çok detaylı bir tanıtım ve değerlendirmesi için: Cengizkan, A. (2002) s.
101-117.
[2] Safa,
O. (1995) s. 86-87.
[3] "İstanbul
Limanı Yolcu Salonu Proje Müsabakası", Arkitekt 1937/2, s.
41-56.
[4] "Elektrik
Şirketi Deposu - Fındıklı, Mimar Sedat Hakkı", Mimar 1934/6, s. 159-162.
[5] Aynı
zamanda bu yazının görsel olarak tamamlayıcısı sayılabilecek önemli kaynaktan,
İstanbul yerel yönetimlerinin imar operasyonlarına ilişkin detaylarda geniş
ölçüde yararlandık: Bilgin, İhsan vd. (2010); özellikle küratörlüğü Sibel
Bozdoğan tarafından yürütülmüş olan " 1930 - 1950 Cumhuriyet Hamlesi"
başlıklı bölüm. İstanbul mimarlık rehberi de, kısıtlı görsel malzemeyle yetinmek
durumunda olan bu yazının doğal tamamlayıcısıdır: Batur, Afife (ed.) (2006)
[6] Tanju,
B., Tanyeli, U. (2009) s. 44. Ayrıca yapının yıkım aşamasında dramatik bir
fotoğrafı için: Tanyeli, U. (2007) s. 172.
[7] "Elektrik Evi - Kadıköy, Mimar
Rebii Gorbon", Arkitekt 1937/1, s. 1-4.
[8] "Lido
Yüzme Havuzu (Ortaköy), Y. Mimar Muallim Halit Femir", Arkitekt
1944/11-12, s. 244-249.
[9] "Les
Plages d'Istanbul", La Turquie
Kemaliste 20 (Aout 1937), s. 11-17.
[10] "Florya
ve Kilyos Tesisleri", Arkitekt 1961/3
(304) s. 105-113.
[11] "Kadıköy
Halkevi Proje Müsabakası", Arkitekt
1938/2, s. 43-56.
[12] "Taksim
Belediye Gazinosu, Y. Mimar Rükneddin Güney", Arkitekt 1843/7-8, s. 145-150.
[13] Prost
planlaması detayları için: Bilsel, C. ve Pinon, P. (ed.) (2010); özellikle Cana
Bilsel'in "Serbest Sahalar" başlıklı son bölümüne bakılabilir.
[14] Ongun,
B. A. (1974) ve tasarlanan boğaz köprüsü çevresinde kentleşme konusundaki daha
radikal görüşleri için: Ongun, B. A. (1969).
[15] Bilgin,
İ. vd. (2010); özellikle "İstanbul" gazetesi.
[16] "Tekel
Genel Müdürlüğü Binası, Yüksek Mimar Behçet Ünsal", Arkitekt s. 1946/1-2, 5-13.
[17] Duyuran, R. (1954) s. 166-170.
[18] "Beş
Kattan Fazla Yüksek İnşaat", Arkitekt
1937/9, s. 268.
[19] "Nişantaşı'nda
Bir Apartman, Y. Mimar Muallim Emin Necip Uzman", Arkitekt 1951/9-10, s. 163-164.
[20] "Seza
Apartmanı - Kadıköy, Mimar Sırrı Arif", Mimar 1933/6, s.165-170.
[21] "Melek
Apartmanı - Nişantaşı, Müh. Fikri Santur ve Mimar Abidin", Mimar 1932/11-12, s. 311-316.
[22] "Kira
Evi - Kadıköy, Mimar Rebii Refik", Arkitekt
1935/6, s. 163-165.
[23] "Şişli'de
Bir Kira Evi, Y. Mimar Emin Necip Uzman" Arkitekt 1943/5-6, s. 99-102.
Istanbul's Unnoticeable Modernity
Istanbul
is not among the cities that is dominated by the "modern movement".
Products of the modern architecture of the "early republican period"
of the 30's are scarse. Moreover very few of the these have survived. As a
result, the "modernity" within the city is not easily noticeable.
Major reason for this unnoticeability is that the capital is moved to Ankara,
where the new official buildings for the state are constructed.
The
first "modern" building of Istanbul is accepted as the Distillary in
Mecidiyeköy of 1930, designed by Robert Mallet-Stevens, as his only work
outside France. Industry will always stay as a major theme for the metropolis. Another
French architect Georges Dèbes designed a primary school in Fındıklı, near the
Bosphorus, in the same years. The building which is distinguished by its sensitivity
to the topography is somehow hidden and it has been even rediscovered recently.
The major exception of the public buildings of the time, Passanger Hall of the
Port of Istanbul is also co-designed by Dèbes, who was working as a professor
in the Istanbul School of Engineering. The building is one of the few buildings
that gives the modern image to the Istanbul seafront.
There
are a number of symbolic buildings for "modernism" that were
demolished during the urban operations of the 50s. SATIE, or the Turkish
Electrical Installations Company building in Fındıklı, designed bey Sedad Eldem
is accepted as the most important representative of the modern movement, with
its Le Corbusierian principles. A similar minor building, "House of
Electricity"in Kadıköy by Rebii Gorbon, shared the same fate. Most of
these buildings were sacrificed to an ideology of "cleaning" the city
from unimportant obstacles that are either blocking the streets or monuments,
that still seems to be in action even today. Another victim of this ideology is
The State Monopolies Directorate designed bey Behçet Ünsal in 1946. The most
influential architect of the 40s seems to be Rüknettin Güney, a representative
of a "mild" modernism, who designed the "Kadıköy People's
House" and the "Taksim Gazino", or the "City
Clubhouse". The later gave its place to the Sheraton Hotel in the 60s.
Istanbul
gained a number of cultural buildings in the "Park" according to the
master plan by Henri Prost in the 40s. Hilton Hotel of 1954 is the start of the
changes in this "Park" that will determine the new skyline of
Istanbul, an industrialized global metropolis, which can no longer be evaluated
within the paradigm of modernity. Official buildings of the post war era
dominated the "historical peninsula", on other side of the Golden
Horn. The City Hall and the Palace of Justice are both quite questionable, when
evaluated from a contemporary view of preservation. In terms of residential
architecture, the scene is not very different. Though many of the lower height
apartment buildings and a huge number of villas are lost, Istanbul was lucky to
have 7 or more storey high buildings from the 30s which could survive.
Çok akıcı ve bilgilendirici bir çalışma... Bir yudumda okutuveriyor kendini. Ellerinize sağlık.
YanıtlaSilÇok teşekkürler Akın bey...
Silİstanbul "kronotopu"nun anlaşılmasına ve çok sesli, tarihselliğiyle 'sürdürülebilir' türden tematik bir kent tasarımı hayal edilmesine ilham verebilecek bir çalışma. Günümüzün çoğulculuk anlayışından çok, kimlikçiliği perçinleyen, moderniteyi dışlayan dar perspektifli kentleşme anlayışının derinleşmesine etkisi olabilir.
YanıtlaSil