28 Nisan 2014 Pazartesi

İstanbul'un Farkedilmeyen "Modernite"si


Zafer Akay

İstanbul "modern hareket"in damgasını vurduğu kentlerden değildir. Hatta "erken cumhuriyet dönemi"nde modern mimarlığın izlerinin güçlükle tespit edilebileceği, oldukça marjinal konumda bulunduğu bir kenttir. Üstelik, bu sınırlı örneklerden de oldukça azı bugüne gelebilmiştir. Tarih boyunca yapıları yok ederek yerine yenisini üreten anlayış, bu az sayıdaki "modernite" simgesine de pek ayrıcalıklı davranmamıştır. Sonuç olarak kentteki "modernite" pek kolay fark edilemez. Belki de bundan dolayı, bugün de, örneğin AKM gibi 20. yüzyılın önemli simge yapılarının kent tarafından benimsenmesinde bazı sorunlar yaşanabilmektedir. Öte yandan endüstrileşmeye paralel bir modernleşme gelişen kentin yeni yüzünü belirler. Merkezde ise 19. yüzyılın seçmeci ve neoklasik mimarlığını kendine yakın hisseden popüler kültür, örneğin Akmerkez'i yılbaşı süsleriyle donatılmış olarak bağrına basma eğilimindedir. Kentsel yenileme alanlarında belirginleşen yapıları yenilerken tarihselleştirme gayreti, 20. yüzyılın "kimliksiz" izlerini neredeyse kentten silmeyi amaçlamaktadır. "Modern mimarlık"ın İstanbul'daki varoluşunun oldukça karmaşık kültürel süreçler içerdiği açıktır.



Türkiye'ye 30'lu yıllarda ulaşan "modern hareket"in İstanbul'da belirgin bir etki yaratamamasının birçok nedeni vardır. Öncelikle, artık resmi ve kamusal yapıların yeri İstanbul değildir. Geç 20'li ve 30'lu yılların resmi yapı etkinliği kaçınılmaz olarak yeni oluşan başkent Ankara'da yoğunlaşacaktır. İstanbul'da bulunan bazı işlevini kaybeden resmi yapılar ve "saraylar" ise çoğunlukla eğitim kurumlarının kullanımına geçerler. Bu yıllarda İstanbul'da resmi yapı olarak sadece birkaç semt vergi dairesi dikkat çekecektir.



O dönemde şehir dışı sayılan Mecidiyeköy'de yapılan Likör Fabrikası, İstanbul'da gerçekleştirilen ilk modern yapı sayılır. Endüstri yapıları kuşkusuz İstanbul'un vazgeçilmezleri arasında olacaktır. Yapı, aynı zamanda, "erken modernizm"in ünlü isimlerinden Robert Mallet-Stevens'ın Fransa dışında gerçekleşen tek yapısı olma özelliğini de taşır. Likör Fabrikası günümüzde kentin oldukça yoğunlaşmış bir bölgesinde, yalıtılmış bir endüstri yerleşkesi içinde, biraz gözlerden uzak bir konumdadır. Yakın gelecekte önemli düzenlemelere sahne olacak olan bölge içinde, değer kazanması ve kamusal bir işlev kazanması umulmaktadır.



Aynı dönemin bir başka örneği de bir başka Fransız mimar Georges Dèbes'in tasarladığı, çok özgün bir yapı olan Fındıklı 13 nolu İlkokulu ya da sonraki adıyla Namık Kemal İlköğretim Okulu'dur. Topografyaya duyarlığıyla dikkat çeken, büyük dersliklerin güneye yönlendirilmesiyle tipik modernist ilkeleri temsil eden yapı, daha sonraki yılların "tip" okul yapılarına pek benzemez. Namık Kemal İlkokulu, oldukça merkezi bir konumda olmasına karşın, bugün yakın çevresinden kolayca algılanamayan, mimarlık literatüründe pek yer almamış, neredeyse yakın zamanda yeniden keşfedilmiş bir yapıdır.[1] O dönemdeki adıyla Yüksek Mühendis Mektebi'nde mimarlık profesörü olan Georges Dèbes'in nedense kendisinden beklentiler oranında gerçekleştirilmiş yapıtı yoktur. Orhan Safa'nın anılarında hocanın Gümüşsuyu'ndaki Yüksek Mühendis Mektebi Yurtları için hazırladığı bir persfektiften sonra bir türlü gerçekleştirmediği uygulama projesi konu edilir. Yapı bu koşullarda, Emin Onat ve Orhan Safa'nın bağımsız olarak geliştirdikleri, daha sonra Dèbes'in perspektifine uyumlu hale getirilen uygulama projesiyle oluşmuştur.[2]



Kamusal yapıların önemli bir istisnası olan İstanbul Limanı Yolcu Salonu'nun projesi 1934'te açılan bir yarışma sonucunda belirlenir.[3] Ancak yayın organları olan Arkitekt dergisi aracılığıyla mimari proje yarışmalarını savunan ve birçoğunda da başarılı olan genç mimarlar kuşağına, "erken cumhuriyet"in kültür otoriteleri tarafından pek fazla güven duyulmamaktadır. Bu yıllarda mimarlık konusunda otoritenin sesi konumunda gözüken Falih Rıfkı Atay'ın Ankara'daki önemli projeler için Clemens Holzmeister'e desteği bilinir. Ankara için Holzmeister'in üstlendiği rol İstanbul'da Georges Dèbes'e verilmiş gözükmektedir. Karaköy Yolcu Salonu yarışmasını kazanan üç projeden birinin genç müellifi Rebii Gorbon projeyi yarışmanın jüri üyelerinden Georges Dèbes ile tamamlayacaktır. Dèbes'in bu konumu, Arkitekt'in ilkelerine uymadığından olmalı ki, bitmiş yapının fotoğrafları dergide yayınlanmayacaktır. Yolcu Salonu yapısı bugün de, Karaköy siluetindeki özel konumuyla kuşkusuz "erken cumhuriyet" döneminin İstanbul'daki en belirgin imgesini oluşturur.



"Modern hareket"in İstanbul'daki en simgesel temsilcisinin Sedad Hakkı Eldem'in tasarımı olan Kabataş'taki SATIE ya da "Tesisatı Elektrikiye" binası olduğunu ileri sürmek abartılı olmayacaktır.[4] SATIE adı şirketin Fransızca adı olan "Societé Anonyme Turque de l'Installation Electrique"in kısaltılmış biçimidir. 1934 yılının Eldem'in erken dönemini yansıtan, tam bir "uluslararası stil" denemesi olan yapı, alt katındaki elektrik armatürlerini tanıtan mağazasıyla, içeriğiyle de yeni çağın, yeni teknolojinin tanıtım yeridir. Üst kattaki ofis alanlarıyla ve depo işlevleriyle oldukça kütlesel olan yapı 50lerin sonunda yol genişletme amacıyla ortadan kaldırılmıştır. Deniz kıyılarının "çer çöp" diye tanımlanan küçük yapılardan arındırılması İstanbul için temel bir yerel yönetim yaklaşımıdır.[5] Bu yıllarda, ikinci kez yerellik arayışlarına yönelmiş olan Sedad Eldem'in kendisinin de ne bu kıyıma karşı çıktığına, ne de bu kayba üzüldüğüne dair bir belge bulunmaz.[6] SATIE, İstanbul'da "modernizm"in verdiği ilk önemli kayıp gibi gözükmektedir. Eminönü'ndeki birkaç yapı adasını, Taksim'deki koca bir kışlayı götüren "temizlik"lerin daha da ileri bir aşamasına varılan 50'lerde, "Menderes yıkımları"yla "modernleşme" bu kez kendi çocuğunu yemiş görünmektedir.



Meydan temizlemelerine feda edilen bir başka teknik yapı da, bir bakıma SATIE'nin küçük bir benzeri olan, Kadıköy'deki "Elektrik Evi"dir.[7] 1937'de tamamlanan, Rebii Gorbon'un tasarımı olan yapı da aynı sonu paylaşır. Oldukça özgün bir küçük yapı olan "Elektrik Evi" modernizmin bir başka simgesi olarak, elektrik abonelik işlerinin yanı sıra Kadıköylülere yeni elektrikli ve gazlı gereçleri tanıtma görevini üstlenmiştir. Kadıköy Belediyesi'nin çok yakınında, hale bakan yan cephesinin tam karşısında yer alan yapı, bulunduğu parselde biraz geri çekilerek ve üçgen biçimli bir hale getirilerek bir cephe daha kazanmış, etkili bir yapı görünümündedir. Denize bakan köşedeki elektrik sembolleri ile o yıllarda "yazlık" bölgesinden İstanbul'un sakin ve prestijli konut bölgesine dönüşmekte olan Kadıköy'ün karakteristik bir "modernleşme" simgesidir. 1966 hava fotoğrafında bazı değişimler geçirdiği gözlenen "Elektrik Evi" de daha sonraki Kadıköy meydan düzenlemeleri sırasında ortadan kalkmış olmalıdır. Kadıköy Belediyesi'nin önünü açmak için "temizlenmiş" olmasını bu koşullarda şaşırtıcı saymamak gerekir.


Modernleşmenin motiflerinden biri yeni teknolojiyse, bir diğeri de yeni yaşam biçimini anlatan plajlardır. İstanbul yazlarının vazgeçilmezi haline gelen plajlar, on yıl öncesindeki derme çatma tahta deniz hamamları egzotizmindenbatılı kentsel rekreasyon alanlarına hızlı bir değişimi temsil etmek üzere yaygınlaşırlar. Bugünden bakıldığında, henüz kırsal alandan büyük göç almamış ve endüstrileşip kirlenmemiş İstanbul'u baştan başa süsleyen plajların doğal güzelliğini de, hızlı modernleşmiş bir toplumun eğlence dünyasını canlandırmak da zor olmalı. 70lerden sonra hızla terk edilmek zorunda kalan bu plajlardaki yapılarının çoğu, şu veya bu biçimde birer restoran tarafından sahiplenilmiş ve ayakta kalmayı başarmışlardır. En büyük dönüşümü yaşayan mekan olarak bugün Reina adlı popüler gece klübünü barındıran Lido yüzme havuzu sayılabilir.[8] Her nasılsa boş ve bakımsız kalmış olan, Atatürk Deniz Köşkü'nün hemen bitişiğinde, 1934'te Seyfi Arkan tarafından tasarlanan ilk Florya Halk Plajı ise, çok yakın bir zamanda, 2006'da, hala bir şekilde değişmemiş olduğu ortaya çıkan "temizlik" operasyonu ideolojisine kurban gitmiş oldu.[9] Yine Florya'da, daha sonraki yıllarda Sedad Hakkı Eldem ve Orhan Çakmakçıoğlu'nun ortak tasarımı olan o zamanki adıyla A Moteli Gazinosu ise şanslı örneklerden biri sayılmalıdır.[10] Bir restoran tarafından belki biraz tesadüfi biçimlerde korunmakta olan yapının, değişen ihtiyaçlar doğrultusunda yarı açık alanları, restoranın yeni tarzı doğrultusunda kapatılmış ve iklimlendirilmiştir. Bir pist ve havuzu birleştiren avlu ise, "anıtsal" kauçuk bitkisi ile örnek bir duyarlılıkla yaşatılmakta, duvarlardaki seramiklerdeki yıpranmalar özel çabalarla yenilenmektedir. Dışardan bakıldığında pek tanınamayan yapı içinde hoş sürprizler taşımaktadır.      



Erken cumhuriyet döneminin bir başka kamusal yapısı da dönemin önemli etkinlik merkezlerinden olan Kadıköy Halkevi'dir. Halkevi 1938'de açılan yarışmayı kazanan Rüknettin Güney'in projesine göre yapılır.[11] Anadolu yakasının kültür aksı olarak gelişen Bahariye Caddesi'nde eğimli bir parsele yerleşen yapı, Kadıköy siluetinde yer edinecek bir konumda sayılmaz. Dönemin anlayışına göre cadde yönünde törensel amaçlı bir meydancık, alt kotta, güney yönünde bir yeşil avlu çevresinde örgütlenen yapı dönemin önemli bir etkinlik merkezini oluşturur. Bugün kısmen işlev olarak farklılaşarak Adliye'ye dönüşmüş olmaktan başka, kullanımın niteliği açısından bir tür başkalaşıma uğramış olan yapı, mekansal olarak da özellikle avlularının otoparklara dönüşmesi sonucu fakirleşmiş bir görünümdedir. Kendi alanını oldukça yoğun olarak kullanmış olan yapı,  çevresi giderek merkez özellikleri ağır basmış, sıkışık bir bölgede kalmıştır. Yapısal olarak ise görece iyi bir durumda sayılabilir.    



Savaş yıllarının başlangıcında, Prost planının da etkinlik kazanmasıyla, İstanbul daha sonra Kongre vadisini de içine alacak bölgede bir dizi kültür yapısı kazanmaya başlayacaktır. Bunların ilki 1939'da tamamlanan daha çok bir eğlence odağı olan "Taksim Belediye Gazinosu" sayılabilir.[12] Yıkılan Kışla'nın arkasında kalan "Taksim Bahçesi"nde, eski gazino binasının yerine yapılan yeni yapı İstanbul'a damgasını vuran vali ve belediye başkanı Lütfi Kırdar'ın ilk projelerinden sayılır. Yine Rüknettin Güney tarafından tasarlanan yapı, boğaz manzaralı teraslarıyla kent yaşamının odaklarından birini oluşturur. Oldukça batılılaşmış bir cumhuriyet kültürünü yansıtan yapı ne çok "modernist", ne de "milli mimarlık" söylemi etkisinde, denge arayan bir tasarım anlayışını yansıtır. Kentin bir başka simgesi olan Belediye Gazinosu da pek uzun ömürlü olamayacaktır. Varlığını 1965'e kadar sürdürür ve bu kez oldukça "anlaşılır" bir nedenle, yerini Sheraton Oteli'ne terk eder.  



Bütün bunlar belki en doğru "plana rağmen plansızlık" olarak tanımlayabileceğimiz, tartışmaları 90lara kadar süren Prost'un ünlü 2 nolu Park'ın konumuna ilişkin kaçınılmaz süreçlerdir.[13] Bir yandan da yapılan planlamanın ne kadar ileri görüşlü olduğu da zaman zaman tartışmaya açılmıştır. Le Corbusier'in izinde, 30lardan başlayarak, bütün meslek pratiğinde yeşil alanlar içinde gökdelenlerden söz eden Burhan Arif Ongun'un yaklaşımları da kuşkusuz bu bağlamda hatırlanmaya değer.[14] Sonuçta, kültür vadisi oluşmaya devam edecek ve artık bundan sonra bu kadar büyük kayıplar vermeyecektir. Hemen hemen hepsi savaş sonrasında tamamlanan yapılardan Radyo Evi ve Açık Hava Tiyatrosu sorunsuz bugüne ulaşırken, Paolo Vietti Violi, Şinasi Şahingiray ve Fazıl Aysu'nun tasarımı olan Spor ve Sergi Sarayı 90'larda oldukça radikal bir biçimde yenilenme şansını bularak Lütfi Kırdar Kongre Merkezine dönüşür. Aynı mimarların bir başka tasarımı olan, kent içindeki konumu biraz tartışmalı olan İnönü Stadyumu'nun, bu ölçülerde 21. yüzyılı görmüş olmasını bir şans olarak değerlendirmeli. Vadinin daha sonraki yıllardaki yeni simgesi ise kuşkusuz Hilton Oteli olacaktır. Bundan sonraki gelişmeler için bir model oluşturan yapı İstanbul'un kültür yaşamının da yeni odağı olacaktır. Eldem'in tanımladığı "Yeni İstanbul"un siluetine karakter verme ihtiyacı küreselleşmenin temelini atan Hilton'un öncülüğünde çeşitli uluslararası otel yatırımlarıyla tamamlanacaktır.[15] Hilton'dan sonra hızla değişen "Avrupa Yakası" siluetini tanımlayan simgeler, artık modern-geleneksel paradigmasının ötesinde, her zaman "modernite" ile tanımlanamayacak, endüstrileşmiş ve kapitalistleşmiş bir "küresel megakent"i anlatmaya başlayacaklardır.       



Savaş sonrası dönemden şaşırtıcı bir yıkım örneği de Behçet Ünsal'ın 1946'da tasarladığı  Kabataş'taki Tekel Genel Müdürlüğü yapısıdır.[16] 3 katlı eski depo yapısının yenilenmesi ile elde edilen ve detaylarının özenliliğiyle dikkat çeken yapı, kuşkusuz basit bir çer çöp temizlik operasyonu için fazla büyüktür. 1966 hava fotoğrafında görünmeyen yapının Kabataş Arabalı Vapur Rıhtımının genişletilmesi sırasında yıkılmış olduğu, bugünkü Deniz Otobüsü Terminali yerinde bulunduğu anlaşılmaktadır.



Daha sonraki yılların giderek daha "görkemli" yapıları arasında kayıplar daha azdır. 40'ların sonunda yapılan İstanbul Adalet Sarayı, hızla göç almaya başlayan ve büyüyen kentin yeni resmi yapılarının ilklerindendir. Sedad Eldem ve Emin Onat'ın ortak tasarımı olan proje, yarışmanın sonuçlanmasının ardından uzun süren tartışmalar sonucunda, bazı değişimlere uğrayarak gerçekleşecektir. 50lerin simgesi olan İstanbul Belediye Sarayı'nın Adalet sarayı ile ortak yönleri, aynı unvanı taşımaktan başka, aynı tartışmalı biçimde Bizans Sarayları üzerine yerleşmiş oluşlarıdır. Bugünden bakıldığında bu iki proje de koruma kavramları açısından olağanüstü şaşırtıcıdırlar. Belediye Sarayı kazılarından çıkarılan mozaikler sansasyonel bir biçimde Arkitekt dergisinin kapağına yansırken, bu yapıların yer seçimleri hiç sorgulanmaz.[17] "Milli Mimari" yıllarının anıtsal yapısıyla bir "saray" olarak tanımlanmak için pek eksiği olmayan İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi de bu bakımdan çok farklı bir konumda değildir. Dönemin bakış açılarının farklı olduğu çok açıktır. Sahilleri çer çöpten temizleyen güzelleştirme anlayışı, tarihsel merkezin arkeolojik alanları üstünde, artık kapitalistleşmiş "ılımlı modernizm"in simgelerini pek uyumlu bulmaktadır.



"Modernizm"in konut alanlarında da fazla farkedildiği söylenemez. 30lardan başlayarak yoğun olarak Kadıköy'den Bostancı'ya kadar sahil boyunca, daha çok yazlık konut olarak yapılan villalar 60lardan sonra hızla yok olmaya başlayacaklardır. Birçok 19. yüzyıl ahşap köşkünün hızla yok olduğu bu süreçte, "beton köşk"ler adına endişeye kapılmak pek akla gelmez. Boğaz ve Adalar'ın bu açıdan durumları biraz daha farklı olsa da, Anadolu yakasında, artık izlerine sadece Arkitekt sayfalarında rastlanabilecek yüzlerce "beton köşk"ten bugüne kalanlar son derecede sınırlıdır. Bunun sonucunda, bugün ayakta kalan yapılardan yola çıkarak özellikle 30ların villa mimarlığından söz edebilmek oldukça zordur.



Çok katlı konutlar açısından ise durum daha farklıdır. İstanbul'da 20. yüzyıl başlarından itibaren, yer yer 7-8 katı bulan yükseklikte konut üretimi süregitmiştir. 30lu yıllar boyunca geleneksel mimarlık kültürünü sürdüren konut üretimi de sürer. Özellikle Gümüşsuyu, Talimhane, Teşvikiye, Şişli bölgelerinde bugün de kentsel bütünlük taşıyan konut dizileri, çoğunlukla geleneksel, klasikçi yaklaşımda, asansörlü prestij konutları olarak oluşurlar. Çok azı yayınlanmış, bazen "art deco" olarak da tanımlanan bu tür yapıların mimarlarının isimleri de çok az bilinir. Bazen yapılar üstündeki tabelalardan, bazen de Arkitekt'teki kısa biyografi veya bilgi detaylarından öğrenebildiğimiz isimler arasında Hrant Apraham, Aram Şekerciyan, Torkum Çubukçuyan sayılabilir. Bu tür yapı etkinliğinde müteahhit-mimarların yanı sıra, inşaat mühendislerinin de tasarımcı olarak önemli yer tuttuğu anlaşılmaktadır. "Modern hareket" de 30larda bu yapı etkinliği içinde kendini gösterecek, bazı özel örneklerde "ilkel kübik" mobilyalarla "modern ev" kavramı gündeme gelecektir.



İstanbul, bu apartmanların korunması açısından oldukça şanslı sayılabilir. Örneğin bugün Ankara'da, Atatürk Bulvarı üstünde, Sıhhiye Kızılay arasında ayakta kalabilmiş çoğunlukla 5 katlı olan birinci kuşak apartman sayısı 3'ü geçmemektedir. Atatürk Bulvarı silueti tümüyle değişmiştir. İstanbul'da ise özellikle Gümüşsuyu, Cumhuriyet, Teşvikiye caddelerinde ilk kuşak yapılar siluette belirgin bir ağırlıktadırlar. Bunun önemli nedeni İstanbul'da çoğunlukla beş kat olan sınırın yüksek subasman ve asma katla 7 katı bulması, asansörlü yapıların çoğunlukta olduğu birçok caddede de "resmi" beş katın üstüne çıkılması olmalıdır. Proje tanıtım metinlerinde "Yapı ve Yollar Kanunu" ayrıntılarını sık sık gündeme getiren Arkitekt'te, 1937 yılında, yüksek inşaatları konu edinen imzasız bir yorum yer alır.[18] Bu yorumda, arsaların boş kalması ve güneşe erişim gibi gerekçelerle, Türkiye genelinde 5 kattan yüksek bina yapılmaması için alınan Bakanlar Kurulu kararı tartışılır, arsa fiyatlarındaki yükseklik konu edilir ve 8-9 katlı inşaatın betonarme için ekonomik olduğu ileri sürülür. 1930-60 yılları arasında Arkitekt'te yayınlanmış apartman yapıları incelendiğinde sözü edilen beş katlı yapıların önemli bir kısmının bugün yerinde olmadığı görülmektedir. Zeminle birlikte 6 kat olan yapılar korunmuş ve kat eklenmişken, beş katlı yapıların bir kısmının korunamamış olması, daha sonraki yıllarda kat adedi üzerindeki baskının yoğunluğunu göstermektedir.

Bu korunamayan beş katlı yapılar arasında, Arkitekt'te 1951 yılında yayınlanmış olan, Emin Necip Uzman tasarımı, Nişantaşı'nda, o zamanki adıyla Emlak Caddesi'ndeki İpek Apartmanı sayılabilir.[19] (resim 19) Bir başka örnek de İstanbul'un ilk modern apartmanları arasında sayılabilecek, Kadıköy, Mühürdar Caddesi'ndeki Seza Apartmanı'dır.[20] Sırrı Bilen tarafından tasarlanan ve 1933'te tamamlanan yapı cam doğrama ile kaplı balkonları ile dikkat çeker. Aynı dönemden, mühendis Fikri Santur ve mimar Abidin Mortaş'ın ortak tasarımı olarak 1932'de yayınlanan Nişantaşı, Rumeli Caddesi'ndeki Melek Apartmanı'na ise, 2 kat eklenmiş ve bugüne bütünüyle farklı bir görünümde gelmiştir.[21] Daha az katlı örneklerin korunamamış olması bu koşullarda şaşırtıcı sayılmamalıdır. Rebii Gorbon'un tasarımı olan, Kadıköy, Mühürdar Caddesi'nde, arka sıradaki binaların denizi görmesi için 15 m. yüksekliğe izin verildiği belirtilen, 3 kat ve çekme kattan oluşan, dönemin şık bir apartmanı bu koşullara örnek gösterilebilir.[22] Ana caddelerde yapıların 6 kat ve üstüne yükselebildiği daha sonraki yıllarda da, sokaklarda 3 kat ve çekme kat anlayışının sürmekte olduğu anlaşılmaktadır. Şişli istasyonu civarında olduğu belirtilen ve aydınlık konusuna çok ilginç bir çözüm getiren, Emin Necip Uzman'ın tasarımı olan bir üç katlı apartman da bugüne ulaşamayan örnekler arasındadır.[23]



Arkitekt'te bu yıllarda yayınlanmış yapıların büyük bir çoğunluğu, özellikle Şişli bölgesinde, kat eklemeleriyle bugüne gelebilmişlerdir.  Bu yapıların bir bölümünün serüveni yazının sonuna eklenen bir görsel derlemeden izlenebilir. Yapıların bazılarının bir tabela kaosu ile farkedilmez hale geldiği gözlenmektedir. Bir dönem merkez bölgelerinde kat artışlarına yol açan rant artışı, belli bir aşamadan sonra üst katlar için tersine dönmüş gibi gözükmektedir.  Alt katlarda ticaret ve ofis kullanımlarının artması, kalabalıklaşma ve gürültü kirliliği artık konutları kaçırma eğilimindedir. Konut alanları artık daha farklı kabullerle oluşmaktadır. İşlev değişikliği her tür yapı gibi konutlar için de gündemdedir. Hızla, kontrolsüz büyümüş olan kent bir yandan yeni alışkanlıklara göre kendini yenilemekte. Yeni kent imgelerinin oluşma sürecinde, yenilerken eski stilleri çağırmak da dönemin kaçınılmaz bir özelliği gibi görünüyor. Bu küreselleşen kentin çoğulculuğu artık oldukça eskimiş "modernite" simgelerine de yer ayırabilmeli.       

Metindeki görsellerin tamamı ve sözü edilen albüm için: s. 67-75:
http://www.mimarist.org/yayinlar/mimar-ist/2503-mimar-ist-bahar-2011.html




Kaynakça:
Mimar/Arkitekt dergisi, 1931-1980.
• Batur, Afife (ed.) (2006) Architectural Guide to Istanbul, volume 4: Modern and Contemporary, Chamber of Architects of Turkey Istanbul Metropolitan Branch.
• Bilgin, İhsan vd. (2010) İstanbul 1910 - 2010 Kent, Yapılı Çevre ve Mimarlık Kültürü Sergisi, İstanbul Bilgi Üniversitesi.
• Bilsel, Cana ve Pinon, Pierre (ed.) (2010) İmparatorluk Başkentinden Cumhuriyet'in Modern Kentine: Henri Prost'un İstanbul Planlaması (1936-1951), İstanbul Araştırmaları Enstitüsü.
• Cengizkan, Ali (2002) "İstanbul Fındıklı 13. İlkokul: "Modern Mimarlığın Beş Noktası" ve Bir Uygulama", Modernin Saati, Boyut, İstanbul, s. 101-117.
• Duyuran, Rüstem (1954) "Belediye Sarayı Mozaikleri", Arkitekt 1954/9-12, s. 166-170.
• Ongun, Burhan Arif (1969) Ay Işığında, İstanbul.
• Ongun, Burhan Arif (1974) 50 Yıl Böyle Geçti, İstanbul. 
• Safa, Orhan (1995) ("Anılar"), Anılarda Mimarlık, s. 78-99. YEM Yayın, 1995. İlk yayınlanış: Yapı 168, Kasım 1995.
• Tanyeli, Uğur (2007) Mimarlığın Aktörleri, Türkiye 1900-2000, Garanti Galeri, İstanbul.
• Tanju, Bülent ve Tanyeli, Uğur (2009) Sedad Hakkı Eldem II, Retrospektif, Osmanlı Bankası.



[1] Yapının çok detaylı bir tanıtım ve değerlendirmesi için: Cengizkan, A. (2002) s. 101-117.
[2] Safa, O. (1995) s. 86-87.
[3] "İstanbul Limanı Yolcu Salonu Proje Müsabakası", Arkitekt 1937/2, s. 41-56.
[4] "Elektrik Şirketi Deposu - Fındıklı, Mimar Sedat Hakkı", Mimar 1934/6, s. 159-162.
[5] Aynı zamanda bu yazının görsel olarak tamamlayıcısı sayılabilecek önemli kaynaktan, İstanbul yerel yönetimlerinin imar operasyonlarına ilişkin detaylarda geniş ölçüde yararlandık: Bilgin, İhsan vd. (2010); özellikle küratörlüğü Sibel Bozdoğan tarafından yürütülmüş olan " 1930 - 1950 Cumhuriyet Hamlesi" başlıklı bölüm. İstanbul mimarlık rehberi de, kısıtlı görsel malzemeyle yetinmek durumunda olan bu yazının doğal tamamlayıcısıdır: Batur, Afife (ed.) (2006)
[6] Tanju, B., Tanyeli, U. (2009) s. 44. Ayrıca yapının yıkım aşamasında dramatik bir fotoğrafı için: Tanyeli, U. (2007) s. 172.
[7] "Elektrik Evi - Kadıköy, Mimar Rebii Gorbon", Arkitekt 1937/1, s. 1-4.
[8] "Lido Yüzme Havuzu (Ortaköy), Y. Mimar Muallim Halit Femir", Arkitekt 1944/11-12, s. 244-249.
[9] "Les Plages d'Istanbul", La Turquie Kemaliste 20 (Aout 1937), s. 11-17.
[10] "Florya ve Kilyos Tesisleri", Arkitekt 1961/3 (304) s. 105-113.
[11] "Kadıköy Halkevi Proje Müsabakası", Arkitekt 1938/2, s. 43-56.
[12] "Taksim Belediye Gazinosu, Y. Mimar Rükneddin Güney", Arkitekt 1843/7-8, s. 145-150.
[13] Prost planlaması detayları için: Bilsel, C. ve Pinon, P. (ed.) (2010); özellikle Cana Bilsel'in "Serbest Sahalar" başlıklı son bölümüne bakılabilir.
[14] Ongun, B. A. (1974) ve tasarlanan boğaz köprüsü çevresinde kentleşme konusundaki daha radikal görüşleri için: Ongun, B. A. (1969).
[15] Bilgin, İ. vd. (2010); özellikle "İstanbul" gazetesi.
[16] "Tekel Genel Müdürlüğü Binası, Yüksek Mimar Behçet Ünsal", Arkitekt s. 1946/1-2, 5-13.
[17]  Duyuran, R. (1954) s. 166-170.
[18] "Beş Kattan Fazla Yüksek İnşaat", Arkitekt 1937/9, s. 268.
[19] "Nişantaşı'nda Bir Apartman, Y. Mimar Muallim Emin Necip Uzman", Arkitekt 1951/9-10, s. 163-164.
[20] "Seza Apartmanı - Kadıköy, Mimar Sırrı Arif", Mimar 1933/6, s.165-170.
[21] "Melek Apartmanı - Nişantaşı, Müh. Fikri Santur ve Mimar Abidin", Mimar 1932/11-12, s. 311-316.
[22] "Kira Evi - Kadıköy, Mimar Rebii Refik", Arkitekt 1935/6, s. 163-165.
[23] "Şişli'de Bir Kira Evi, Y. Mimar Emin Necip Uzman" Arkitekt 1943/5-6, s. 99-102.

Istanbul's Unnoticeable Modernity 




Istanbul is not among the cities that is dominated by the "modern movement". Products of the modern architecture of the "early republican period" of the 30's are scarse. Moreover very few of the these have survived. As a result, the "modernity" within the city is not easily noticeable. Major reason for this unnoticeability is that the capital is moved to Ankara, where the new official buildings for the state are constructed.     


The first "modern" building of Istanbul is accepted as the Distillary in Mecidiyeköy of 1930, designed by Robert Mallet-Stevens, as his only work outside France. Industry will always stay as a major theme for the metropolis. Another French architect Georges Dèbes designed a primary school in Fındıklı, near the Bosphorus, in the same years. The building which is distinguished by its sensitivity to the topography is somehow hidden and it has been even rediscovered recently. The major exception of the public buildings of the time, Passanger Hall of the Port of Istanbul is also co-designed by Dèbes, who was working as a professor in the Istanbul School of Engineering. The building is one of the few buildings that gives the modern image to the Istanbul seafront.


There are a number of symbolic buildings for "modernism" that were demolished during the urban operations of the 50s. SATIE, or the Turkish Electrical Installations Company building in Fındıklı, designed bey Sedad Eldem is accepted as the most important representative of the modern movement, with its Le Corbusierian principles. A similar minor building, "House of Electricity"in Kadıköy by Rebii Gorbon, shared the same fate. Most of these buildings were sacrificed to an ideology of "cleaning" the city from unimportant obstacles that are either blocking the streets or monuments, that still seems to be in action even today. Another victim of this ideology is The State Monopolies Directorate designed bey Behçet Ünsal in 1946. The most influential architect of the 40s seems to be Rüknettin Güney, a representative of a "mild" modernism, who designed the "Kadıköy People's House" and the "Taksim Gazino", or the "City Clubhouse". The later gave its place to the Sheraton Hotel in the 60s.


Istanbul gained a number of cultural buildings in the "Park" according to the master plan by Henri Prost in the 40s. Hilton Hotel of 1954 is the start of the changes in this "Park" that will determine the new skyline of Istanbul, an industrialized global metropolis, which can no longer be evaluated within the paradigm of modernity. Official buildings of the post war era dominated the "historical peninsula", on other side of the Golden Horn. The City Hall and the Palace of Justice are both quite questionable, when evaluated from a contemporary view of preservation. In terms of residential architecture, the scene is not very different. Though many of the lower height apartment buildings and a huge number of villas are lost, Istanbul was lucky to have 7 or more storey high buildings from the 30s which could survive.




3 yorum:

  1. Çok akıcı ve bilgilendirici bir çalışma... Bir yudumda okutuveriyor kendini. Ellerinize sağlık.

    YanıtlaSil
  2. İstanbul "kronotopu"nun anlaşılmasına ve çok sesli, tarihselliğiyle 'sürdürülebilir' türden tematik bir kent tasarımı hayal edilmesine ilham verebilecek bir çalışma. Günümüzün çoğulculuk anlayışından çok, kimlikçiliği perçinleyen, moderniteyi dışlayan dar perspektifli kentleşme anlayışının derinleşmesine etkisi olabilir.

    YanıtlaSil