26 Temmuz 2015 Pazar

İstanbul’u Yok Etmeden Dönüştürmenin Bir Yolu Var mı?



Zafer Akay

Tarihsel görünümlü modernleşme
Özal dönemi ülkenin şu veya bu şekilde kentleşmesiydi. 80’lerin ikinci yarısında, gecekondu bölgelerinin inanılmaz bir hızda gerçekleşen yeniden yapımına tanık olduk. Oldukça garip bir biçimde oluştu bu çevreler. Çekme mesafesiz, arka bahçesiz, ağaçsız, yapılar yan parsel ve yollara tecavüzlü. Bazen bitişik, bazen kol mesafesinde ara boşluklu ayrık düzende. Böylece, kentteki kır, ağaçlı gecekondu mahallesi yerine, iyi kötü kanalizasyonlu, kim ne derse desin sonuçta kentsel bir çevre oluştu. Bu bölgelere zaman içinde “varoş” denmeye başlandı. Köken olarak küçümseyici bir anlamı yok “varoş”un. Macarcada, kasaba anlamında. Orta Avrupa’da daha çok üst-orta sınıf kent dışı konut alanları için kullanılmış. Ancak Türkçede daha hassas anlamlar taşımaya başladı. Kazandığı yeni anlamıyla "varoş"un daha çok kentin sınıf değiştirmekte olan bir kesimini nitelediğini, yoksul mahalleler, toplu konut alanları ve lüks banliyölerle bütün bir çevresel alanı kapsamadığını belirtmek yararlı olabilir.

AKP dönemi ise “varoş”un, ya da yerleşmekte olan yeni bilimsel adıyla “çeper”in iyi kötü modernleşmesini temsil ediyor. Nasıl bir modernleşme demeyin. Böyle işte... Bu ortamda ortaya çıkan yeni ticaret burjuvazisi son on yılın kentsel gelişimine, lüks konut sitesi, rezidans kültürüne damgasını vurmuş durumda. Osmanlı etiketine meraklı olsa da daha çok Anadolu ile canlı bağı olan bu kültürün kuşkusuz kendine özgü bir yapısı var. Örneğin tiyatro ve diğer sahne sanatlarına tümüyle kapalı olmaları açısından, geç Osmanlı kültürünün oldukça gerisinde. Kapitalist toplum çalışanının temel ideali olan yaz tatili de bir amaç olarak önem taşımıyor. Deniz kıyıları ilgi görmezken, kadın ve çocukların erkeklerden uzak olarak havuzlarda eğlenmesine olanak veren yeni kaplıcalar, yaygın adıyla “spa” kültürü öne çıkmış görünüyor. Dünyanın diğer bölgelerini tanımak da batı kültürüyle ilgilenmeyen bu yeni burjuvazi için amaç değil. Bu farklı dünyalardaki din ve geleneksel kültürler de kendi yaşamları açısından sakıncalı olduğundan, seyahatin tek hedefi olarak kala kala “umre” kalıyor. Böylece kapitalist tüketim kalıplarını kendince, hafta sonu AVM, bayramlarda lüks “spa”, yılda bir kez de “umre”ye giden bir yeni burjuva sınıfı kenti biçimlendirmeye başladı diyebiliriz.

2000’ler boyunca altyapı oldukça gelişti. Birçok mahalleye raylı sistem ulaştı. Yer yer küçük parklar, ne işe yaradığı pek de belli olmayan kültür merkezleri, meydan düzenlemeleri oluştu. Yapılaşma ise çok sınırlı olarak yenileniyor. Bunun yerine “cephe giydirme” anlayışı bir “estetik” söylemi ile ortaya çıkıyor. Henüz tam anlamıyla gerçekleşmiş olmasa da belediyelerin düzenleyici olduğu, “bir örnekleşmiş”, tarihsel kimlik taşıyan bir cephe anlayışının zorunlu tutulması kent estetiğinin temeli olarak benimseniyor. Bu sistemli çabadan kuşku duyanlar için Esenler Belediyesi’nin İstanbul Büyükşehir Belediyesi desteğiyle halen sürdürmekte olduğu “Güzel Esenler” ve “Rengin Ahengi İstanbul” projeleri aydınlatıcı olabilir (http://www.esenler.bel.tr/tr/icerik/244/1779/guzel-esenler.aspx). Bu nitelikte, belediye “kentsel tasarım ilkeleri doğrultusunda” oluşan “Potemkin mahalleleri”ne çeşitli çevre belediye alanlarında rastlanabiliyor (http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/21711594.asp). Bütün bu tarihselcilikte tarihsel merkezin de rolü olduğunu ayrıca not etmek gerek. Bu “bir örnekleştirme” kâbusu Süleymaniye’nin de üstüne çökmüş durumda bir süredir. 

Gecekondu Islah Planlamasıyla ortaya çıkan dokuyu yansıtan, görece daha sağlam zeminli bir bölgeden, O2 Bağlantı Yolu, Nurtepe Viyadüküne bakan tanıdık bir yamaç (Fotoğraf: Z. Akay).
 Sonuçta “çeper”deki bölgelerin de en önemli eksikliği tarihsellik olarak belirginleşiyor. Kentin birçok bölgesinde olduğu gibi burada da kentleşme sürecinde ortaya çıkan mimarlığın oldukça vahşi ve anlam yoksunu olduğu ortada. Bir köken duygusuna ihtiyaç var belli ki. Böylece modernleşme “tarihsel görünümlü” olarak varlık bulabiliyor. Planlama ve yeniden yapılanma için ümit olmayan bir ortamda, zenginleşmenin ayırt edilmesi için “dekorasyon” öne çıkıyor; iç ve dış dekorasyon olarak. Mimarlık “dış dekorasyon” olarak yer buluyor kendine. Osmanlı stili camileri klasik tarihselci konutların tamamladığı bir “tarihselleştirme”. Zaten klasik Osmanlı dönemi ya da batı etkisindeki neoklasik ya da seçmeci tarzlar arasındaki ayrımın bir önemi yok. Dolmabahçe Sarayı yeterli bir referans Osmanlıcı olmak için. Dolayısıyla, pencere kenarlarına yapıştırılan söveler, sahte füruşlar ve yapıştırma köşe taşları, aralarda bazı seçkinleşen örnekleri Osmanlılaştırarak modernleştiriyor. Bunu bir tür sahte-yüceltim olarak yorumlamak da mümkün belki. Kültürel olarak önemsenmeyen bir kitlenin bastırılmış zenginleşme ve sınıf değiştirme isteğinin, ideolojik bir argümanla, yersiz bir “Osmanlıcılık” maskesiyle yansıtılması gibi.

Tarihsel sahtecilik anlayışına dünyanın başka yerlerinde de rastlanabiliyor. Örneğin Makedonya’da, çok farklı bir bağlamda, Üsküp’e damgasını vuran Osmanlı anıtlarını gölgede bırakmak adına sahte bir klasik mimarlık köpürtülüyor. Türki cumhuriyetlerin bazılarında da benzer biçimde Sovyet dönemini gölgede bırakacak bir tarih inşası arayışına rastlanabiliyor. Bu paralelde, genellikle Avrupa’daki yenilikleri bir iki on yıl geriden izlemekte olan Türkiye’de de, bariz bir kulvar değişikliğiyle, Cumhuriyet döneminin yerine geçirilecek bir modern “Osmanlı” arayışına yöneliş gözlemleniyor. Bu eğilimi doğuya genelleştirilebilir bir olgu olarak görmek zor. Örneğin batıya bir tepki geliştirmeyen, tersine, entegrasyona çabasında olan Arap dünyasında, Dubai kentsel ekstravaganzasında böyle bir boyut pek gözlenmiyor.

2010’dan sonra yeni sermaye sınıfı konumunu güçlendirirken, ülke batıya kayıtsızlaşıp Ortadoğu’ya daha çok yönelirken, kent merkezleri de çeperdeki “tarihsel görünümlü” modernleşmeye daha çok maruz kalmaya başladı. Yeni sermaye sınıfı doğal süreçte, kendi çevrelerine yatırım yapmak yerine kentin prestijli kesimlerine ulaşmayı ve oraya yerleşmeyi amaçlamakta. Bunun arkasında da bu çevrelerin kimlik sorunundan çok, ulaşım ve altyapı gibi temel kentsel işlevlerdeki eksiklikler olduğunu düşünmek gerek. “Çeper”in gelişmesiyle ilgili bir inançsızlık var. Böylece “modernleşen yeni burjuvazi” çok önemsediği estetiğini oldukça saldırgan bir biçimde dayatmaya başladı artık kent merkezine. Ne varsa yıkıp döküp, yerine kendi süslü köpük mimarisini koymak istiyor. Estetiğini egemen kılmak için de hiçbir engel tanımak istemiyor. Modern mimarlık mirası gibi kavramlar karşısında bir “estetik otoritesi” kurgulamaya çalışıyor: Mimarın telif hakkı yerine geçirilecek çeşitli güzellik uzmanı görüşleriyle desteklenen “kapı gibi” bir estetik kurulu toplumun “estetik” ihtiyaçlarını karşılayacak. Böylece mimarları dışlamak da “sahte Rönesans”ın bir boyutu olarak kendini açığa vuruyor.

“Aslına uygun” Yeniden Yapım İdeolojisinin Tehlikeleri
Modern mimarlık mirasının tehdit altında oluşu Türkiye’ye özgü bir durum olmasa gerek. Doğu Avrupa’nın, plattenbau olarak etiketlenen, çoğunlukla savaş sonrası sosyalist toplu konut anlayışını temsil eden yapılaşma çeşitli biçimlerde hedef gösterilmekte. Endüstri sonrası kapitalist kültür için Bauhaus mimarlığı ve mobilyası ne kadar gündemdeyse, şehirciliği de o kadar unutulmuş ve kötülenmiş durumda. Türkiye’de ise bu ideolojik modernizm karşıtlığına gerek duyulmadan modern mimarlığın yok edilmesi için etkin bir araç keşfedildi: Aslına uygun yeniden yapım ideolojisi. Koruma kültürüne tümüyle aykırı olup, her nasılsa kokmayan, steril bir tarihsellik olarak toplumun aklına yatan, basın tarafından da fırsat bulundukça “aslı” kısmının üstüne basa basa köpürtülen bir ideoloji.

Bu sinsi tehdidin ilk kurbanı olarak Seyfi Arkan’ın Talimhane’deki Ayhan Apartmanı hatırlanabilir. Bu önemli kaybın arkasından, Sedad Eldem’in Teşvikiye’deki Bayan Firdevs Apartmanı, Rebii Gorbon’un Talimhane’deki Doğu Apartmanı ve Rüknettin Güney’in Şişli’deki Çukurova Apartmanı, mimarlık gündeminde bir tartışmaya olanak vermeyecek biçimde ansızın ortadan kaldırıldılar. Kimi zaman işlev değişikliği, çoğunlukla da yapı yenileme ihtiyacı ile gündeme gelen bu kayıplar, herhangi bir kentsel planlamaya dayanmayan bir “kentsel dönüşüm” anlayışının sonuçları olarak görünüyorlar. Özellikle Çukurova Apartmanı’nın yerindeki otel yapısı sahte tarihselciliğin bu dönüşümdeki rolünü ortaya koyuyor. Ebru Omay Polat’ın söz ettiği gibi, bu tehdit artık tekil binaların ötesinde, kent dokularına yönelmiş durumda (Omay Polat, 2014: 76-78). Bağdat Caddesi çevresindeki kentsel dönüşüm adı altında yürütülen yapı yenileme çılgınlığının arkasında da otopark sorunu kadar, yapılarla ilgili estetik-ideolojik sorunlar rol oynuyor olmalı. Konut stoku kaybı kuşkusuz ekonomik boyutuyla da incelenmeye değer boyutta olan bu bölge, modern mimarlık mirası açısından da önemli kayıplara sahne olmuş görünüyor. Caddenin karakterini yansıtan Melih Koray tasarımlarından hemen hemen ayakta kalan yok. Fenerbahçe’de de Ayhan Tayman tasarımı olan üç karakteristik konut yapısı yıkım tehdidi altında.

“Aslına uygun” yeniden yapım ideolojisinin yol açtığı en büyük kayıp ise kuşkusuz Robert Mallet-Stevens’ın ülkesi dışındaki tek yapıtı olarak bilinen Mecidiyeköy Likör Fabrikası. Mimarlık dünyası, yıkımı için gerçek bir neden gösterilemeyen yeniden yapılacak Likör Fabrikasının “aslına uygunluk” düzeyini merakla beklemekte. Kent merkezine belki en önemli ideolojik müdahale olan AKM yenileme girişimi ise son on yılın kültürel gerilimini özetliyor. Kentin modern mimarlık simgelerinden olan AKM’nin, “neo-barok” kimlikle tarihselleştirme isteği açıklanmış bulunuyor. Öte yandan yapının üstlendiği müzik, tiyatro, sahne sanatları işlevine yönelik sınırlama ve engelleme girişimleri, yenileme amacını kuşkulu hale getirmiş görünmekte.

Kentin “modern” veya Cumhuriyet dönemi merkezi olarak tanımlanabilecek Taksim-Şişli aksı belirgin bir ideolojik çatışmaya sahne olurken, yanı başındaki geç Osmanlı dönemi tarihsel merkezi Beyoğlu da “aslına uygun” yeniden yapımdan payını almış görünüyor. İstiklal Caddesi’ndeki Deveaux Apartmanı’nın “aslına uygun” yeniden yapımı bahanesiyle yola çıkan Demirören AVM, dönemin sahte tarihsel simgelerinden birini oluşturdu. “Deveaux Apartmanı”nın hayaleti çevresindeki yapıları yutup bir “duble apartman”a dönüştü. “Aslına uygun” olmayarak üst kata taşınmakta olan Emek Sineması ise tarihsel merkezin korumaya değer görülmeyen simgelerinden biri olarak kayda geçti. Emek’in bütün bu yıkımlar arasında en çok toplum gündemine giren bir konu olduğu not edilebilir. Majik Sineması da benzer bir senaryoda yeniden yapım beklemekte. Böylece İstanbul’un gözbebeği olan Levanten mimarlık mirasının kentsel koruma alanı Beyoğlu da sahte tarihsellikten payını almış oluyor.

2000’lerden bu yana gerçekliğini belirginleştiren bu “tarihselci modernleşme”nin bir “Rönesans” olarak tanımlanmasına da rastlanabiliyor. Kentin her yanında bolca rastlanabilen TOKİ nokta blokları ve giderek siluette yer edinen rezidanslar arasında fazla dönem simgelerine de rastlanıyor denilemez. Batı Ataşehir’de yüksek konut blokları yanında, arada kalan minareleriyle bir kentsel tasarım fiyaskosu olarak tanımlanabilecek, Mimar Sinan adı verilen cami bu açığı kapatan yapılardan birisi olarak ortaya çıktı. Önceki, Sinan dönem mimarlığını betonarmeye adapte etme çabalarının iddiasız bir örneği olan yapı, dönemin simge ihtiyacını karşılamakta yetersiz kalmış olmalı ki, Çamlıca tepesinde, yeşil alan ortadan kaldırılarak, dev bir yeraltı otoparkı ve ne işe yarayacağı pek anlaşılamayan bir kültür merkezi üstüne konumlandırılmak istenen yeni bir cami projesi gündemde. Kısıtlanmış bir sürede, kısıtlanmış katılımcılarla gerçekleşen bir yarışma sonucunda, “Rönesans”tan çok 19. yüzyıl seçmeci-neoklasik tarzını yansıtan bir proje basında yer aldı. Yapının büyüklüğü üzerine kurulan tanıtımlar sonrasında, tasarım kalitesi yeterli bulunmamış olacak ki, bazı başka mimarların müdahalesiyle “düzeltildi”. Bütün bu süreçte ne Osmanlıcılık ne de Ankara’da daha çok gündeme gelen Selçuklu mimarlığı, İstanbul genelinde geçerli olan sahte tarihsellik anlayışının önüne geçememiş oldu. Osmanlı ve Selçuklu tarzları en çok Yeni Kadıköy İskelesi’nde ve bazı metro istasyonlarındaki “çinili filpaye”lerde dikkat çekiyor. 

Aşırı Emsalli, Kent Suçu “Mega Proje”ler
İstanbul’un siluetini değiştiren projelerden bazılarının daha çok gündem işgal ettiği söylenebilir. Bunlardan bazıları konumları ya da içindeki bulundukları kentsel doku açısından tepki toplamaktalar. Mühürdar’daki Doubletree Hilton ve Zeytinburnu 16/9 Kuleleri bu nitelikte projeler arasında sayılabilirler. Bazıları da yeni bir kent suçu kategorisi yaratacak kadar aşırı boyutlardaki yapı alanı ile dikkat çektiler. 

Güneşe çıkmış bir yeraltı canavarını çağrıştıran alt kütlesiyle 2000’li yılların Boğaz siluetine damgasını vuran Zorlu Center (www.mimdap.org).
2000’li yıllar İstanbul’una damgasını vuran Zorlu Center’ı karakterize eden 4 kulenin üstünde oturduğu masif bir kütle. Görünen, kapalı otopark için yer altında arsa bütününde yapılaşmaya olanak veren yönetmeliklerin özel imar şartları ile esnetilmesi sonucunda, bodrum kat yapısının yeryüzüne çıkmış bir yeraltı canavarı gibi kentin siluetine yerleşmesi. Yüksek bloklara gelmeden, bu garip podyum yapı çevresindeki yapılaşmayı eziyor öncelikle. Böylece bitmek bilmeyen bir emsal tartışması başlıyor. Nereden bakılsa bakılsın orantısızlık ortada. 

49’ar katlı 4 Winds kulelerinin çevre yapılaşmayla oran(sızlığ)ı (www.emlakansiklopedisi.com).
Bir başka aşırı emsal örneği de Göztepe’de Meteoroloji Bölge Müdürlüğü arsasında yükselen “4 Winds” adı verilen 49’ar katlı dört konut kulesi. Sadece çevredeki kat karşılığı, müteahhit paylı olarak gelişmiş yapılaşmanın değil, çevredeki aşırıya kaçmış yapımcı paylı yapılaşmanın da fersah fersah ötesinde bir orantısızlık söz konusu. Buradaki sorunları aşırı emsale indirgemek belki de gerçek kent suçu niteliğini algılamamıza engel. Kamunun, hırslı bir rantiye gibi aşırı sayıda “daire sahibi” olma isteği nasıl açıklanabilir? Devlet bu daireleri ne yapıyor? Kiraya verip aldığı kirayı faize mi yatırıyor? “Plan, yasa, akıl, vizyon, adalet varmış gibi yapılarak” sürdürülen (Çavuşoğlu, 2014: 72) plansız şehirciliği en iyi ele veren projeler bunlar belki de. Yeşil alan - kamusal alan eksikliğinin aşırı boyutlarda olduğu İstanbul’da, eldeki kamusal alanın kamu adına ranta dönüştürülmesi nasıl bir “planlama” mantığıyla açıklanabilir?

Meteoroloji Bölge Müdürlüğü arsası, şu sıralarda gündemde olan, yakınındaki İl Tarım Müdürlüğü arsası gibi, kuşkusuz kentin bu en değerli kesiminde bile eksik olan kamusal açık alan ihtiyacını karşılamalıydı. Bir alışveriş merkezi ihtiyacı bulunmayan, zorlama araçlarla toplu taşınım ilişkisi sağlanan “Zorlu Center” arsası ise, açık alan sağlamanın ötesinde, İhsan Bilgin’in ayrıntısıyla anlattığı gibi, aynı zamanda mimarlık mirası özelliği taşıyan bir kent için çok değerli bir kamusal yerleşkeyi barındırmaktaydı (Bilgin, 2014). Sadece yönetim yapısı değil, yerleşkenin bütün birimlerinin Türkiye mimarlığının bir döneminin çok özgün örnekleri olan bu yapılar, yeniden işlevlendirilerek kentin önemli bir kültür-eğitim yerleşkesine dönüşmeyi fazlasıyla hak ediyorlardı kuşkusuz. Belki arsanın Boğaz görüş gibi olanakları da bu arada bazı ek (kaçınılmaz olarak yüksek) yapılarla değerlendirilebilirdi de. Ancak bu elbette “şehircilik” anlayışının doğrudan “kent suçu” oluşturmadığı demokratik bir kent planlama anlayışını gerektiriyor.

Kamunun, yaptığı bu temel yanlışlıkla kalmayıp aşırı emsal ile kötü emsal oluşturmasının arkasından kent ve “kuzey ormanları”nın kente yakın bölümleri dehşetli bir orantısız yoğunluk tehdidiyle karşı karşıya. Orman alanına tecavüzü yargı yoluyla durdurulmuş görünen, dolayısıyla toplum tepkisinden büyük ölçüde kendini kurtarmış olan “Maslak 1453” adlı proje tüm orantısızlığıyla yükselmekte. Diğer kamusal ve kamu tesis alanlarındaki, Mecidiyeköy Ali Sami Yen Stadyumu ve Likör Fabrikası yerindekiler gibi başka orantısız projeler de benzer aşırılıklarla yükselmekteler.

Kentin Deprem Tehdidi Altındaki Kesiminin Geleceği
Kent merkezi ve 20. yüzyıl planlı gelişme alanları, yer yer plansız kentsel dönüşüm faciası, yer yer “duble yol yapmak için” kamu arsalarının satılması, yer yer de doğrudan iktidarı destekleyen bazı konut yatırımcılarına imtiyaz sağlama adına yok edilirken, gerçekten kentsel dönüşüme ihtiyacı olan riskli zemin üstünde niteliksiz yapılaşma alanlarında ne oluyor? Bu alanlar çoğunlukla, sözünü ettiğimiz geç 80’lerin “gecekondu ıslah” planlarıyla oluşmuş, yüksek emsalli alanlar. Kentsel donatının oldukça yetersiz olduğu bu alanların bir kısmı, zemin açısından oldukça sorunlu alüvyon dere yatakları üzerinde bulunmakta. Avrupa yakasında, “sur dışı” olarak tanımlanan bölgede, kuzey güney ekseninde üç önemli vadi tabanı gözlenebiliyor. Bu alanlarda kısmen niteliksiz yoğun konut alanları bulunmakta. Alüvyon düzlükler ise çoğunlukla küçük sanayi ve depolama alanları ile işgal edilmiş durumda. Yeşil alan potansiyeli olarak önemsenmesi gereken bu alanlar ve çevresinde, konut dışı işlevlerin bulunması etkili bir kentsel dönüşüm planlaması için bir fırsat oluşturmakta. Ancak bu alanlara yönelik herhangi bir planlama çabasından söz etmek pek olanaklı değil. 2000’lerin başındaki, nazım plan çalışmalarına bir biçimde referans veren Kentsel Tasarım Dairesi projeleri tümüyle unutulmuş görünmekte. Sonraki İMP çalışmaları arasında da bu yönde köklü bir kentsel dönüşüm kavramı geliştirecek bir anlayış gözlenmedi.

İstanbul’un yeşil alan potansiyeli açısından önemsenmesi gereken, zemin açısından sorunlu dere yatakları (Görsel: Zafer Akay, Şebnem Kayhan).
Gündemde olan büyük ölçekli kentsel dönüşüm projeleri Fikirtepe, Okmeydanı ve Derbent gibi, çoğunlukla daha merkeze yakın, zemin sorunları açısından ön sırada olmayan alanlarda bulunuyor. Öte yandan yerel ölçeklerde, bazı ilçe belediyeleri tarafından yürütülmekte olan kentsel dönüşüm deneyimlerinden de söz edilebiliyor. Küçükçekmece bu alanda erken davranmış belediyeler arasında sayılabilir. Gaziosmanpaşa da son yıllarda, Alibeyköy Deresi vadisinin batısında bir kentsel dönüşüm aksı ortaya koyabilmiş gibi görünüyor. Esenler’de de belirli bir bütünsel plana bağlı gözükmeyen bazı girişimler gözlenmekte. Murat Cemal Yalçıntan ve çalışma arkadaşlarının ekonomik ve toplumsal boyutlarıyla detaylı olarak tanımladıkları gibi, çoğunlukla toplumsal sorunlara duyarlı olmayan yaklaşımlarla gündemde yer alıyor bu projeler (Yalçıntan vd., 2014: 53-56).

Bütün bu münferit projeler sürdürülmekteyken, ansızın Kanalİstanbul etiketi ile oldukça geniş bir alanda, İstanbul metropoliten alanı için çok belirgin bir genişleme kavramı ortaya atılmış oldu. Burada da bütünsel bir kentsel planlama basına yansımazken, tümüyle emlak-eksenli bir gelişme görselleştirmesi söz konusu. Elbette belirli bir fiziksel planlama olmaksızın böyle bir görselleştirmenin yapılması mümkün değil. Ama bir biçimde makroplan kavramı olmaksızın bir gelişme alanı kavramı ile karşı karşıya kalınmış oluyor. Bu kentsel gelişme alanı kavramı kuşkusuz, önemli bir sıkışmanın gözlendiği “sur dışı” için de ilginç bir rol oynayabilir. Ancak bu konulardan pek söz edilmiyor. Öte yandan bu alanın çevresinde, bütünsel bir plan olmaksızın gelişmiş görünen olan Ispartakule, Kayaşehir ve Başakşehir gibi toplu konut alanları için bir “merkez” tasarlanması TV reklamlarında duyurulabiliyor. Çokmerkezlilik düşüncesinin bir biçimde hatırlanması elbette çok olumlu bir gelişme. Ancak bütün bu çabalar arasında zemin sorunu olan niteliksiz yapılaşmanın dönüşümü nerede duruyor?
İstanbul’da “mega projeler” ve “kentsel dönüşüm” alanları, “sur dışı” bölgesinden ayrıntı (Görsel: Zafer Akay, Şebnem Kayhan).
 “Sur dışı”nın bütününe bakıldığında, gelişmek ve bu kısır döngüden kurtulmak zorunda olan bir kent parçasının geleceğinin ipuçlarını görmek zor değil aslında: Birçok açıdan kentin “prestij” bölgeleri arasında sayılabilecek Bakırköy’den, D100’ün öte yanına sıçrayan “prestij” projeler, metro adını taşıyan ilk hafif raylı sistem ve bunu destekleyen tramvay ve yeni bir metro hattı, İstanbul için devrim niteliğinde sayılması gereken mini “central park” düşüncesi. Bunlardan birinin, Baysal-Birsel ortaklığının modern mimarlık mirası listesinin kuşkusuz üst sıralarında yer alan Vakko Fabrikası’nın yerine geçmiş olması konu bile edilemiyor. Bu bölgelerde bir fabrika yapısının korunmasından ya da yeniden işlevlendirilmesinden söz etmek bir süre daha zor olabilir. Seyfi Arkan’ın Pe-Re-Ja Fabrikası için şimdilik dua etmekten başka bir şey gelmiyor akla. Diğer yanda Ayamama Deresi vadisi, nam-ı diğer Basın Ekspres Yolu, dizi dizi alışveriş merkezleri ve oldukça vahşi bir MİA’nın oluşumuna sahne olmakta. En önemlisi, TEM boyunca hızla yükselmekte olan “mega projeler”: Viaport Venezia, Mall of Istanbul, Ayazma, Tepeüstü ve diğerleri... Bütün bunlar belki bu dev alanda fazla geniş yer kaplamıyorlar ama kaçınılmaz gelişmenin işaretlerini vermekteler gelen geçene. Tek sorun bütünsel bir kentsel planlamanın akla gelmemesi belki de. Otoyollarla çevrili bu koskoca alan içinde, doğu-batı ekseninde devamlılık gösteren bir cadde olmadığı gibi, bunun bir gereklilik olduğunun kimsenin aklına gelememesi. Hiç kimse “Yeni Türkiye”de bunların zorluğundan söz etmemeli.

Benzerleri arasında dikkat çeken Viaport Venezia projesinin, aslında sıradan bir AVM “pastiche”inden pek farklı olmayan gondollu kanal kenarındaki yapıları (www.emlakcasusu.com).
En ilginç olanı kent merkezinde artık nefret yaratmakta olan alışveriş merkezleri ve rezidanslar ve her türlü emlak-eksenli gelişmenin burada büyük özlemler oluşu. Elbette burada merkezdeki sıklıkta olmamalı bu simgesel odaklar. Kültürel olarak ise çok geniş olanaklar sunuyor bu bakir alanlar. Kenti yok etmeden, merkezi kendi kimliğine saygılı biçimde geliştirmek mümkün olursa, merkezin istemediği “çılgın”lıklara yer bulmak zor değil belki de. Kendini anlamlandırmakta zorlanan, kimlik arayışında olan bu çevre yerleşimler “çılgın”lığa, hatta “kitsch”e alabildiğine açık çünkü. Kent merkezinden bakıldığında akıldışı görünen Venedik kanalları çevresinde bir yaşam da belki kendi bağlamında o kadar yabancılaştırıcı değil. Belki kaçınılmaz bir yenilenme sürecinde kentin belirli bölümlerinin, anlam arayışında bazı savrulmalarını tolere etmek gerekiyor.
İçinde bulunduğumuz “emlak-eksenli çılgınlık” ortamında, kenti ve merkezindeki değerleri, parkları, ağaçları, yapıları, açık alanları korumak için olağanüstü bir çaba sarf etmek gerektiği ortada. Kenti çevreleyen kırları, ormanları, akarsuları da… Ama belki bu olağanüstü çaba kadar, bağlamı savunmak, “çılgınlık”ı doğru adrese yönlendirmek de bir çözüm olabilir. Merkezin istemediği dönüşüm, parıltı ve “kitsch”i, bütün bunları özleyen “çeper”e yönlendirmenin bir yöntemi olmalı. Ancak kentin rant haritasını bir ölçüde etkileyebilecek böyle bir yönlendirme, kentin yenilenmesi zorunlu ezici çoğunluğu dururken, mutlak korunması gereken değerli azınlığın yıkılmasına engel olabilir.
Kaynaklar

Bilgin, İhsan (2014), “Zorlu Vakası”, Serbestiyet, 25 Nisan 2014: http://serbestiyet.com/zorlu-vakasi/#!prettyPhoto

Çavuşoğlu, Erbatur (2014), “Son 20 Yılda İstanbul’un Planlama ve Kent Yönetimi Mantığını Anlamak, Mimar.ist, 50, s. 69-72

Omay Polat, Ebru (2014), “İstanbul’un Yakın Geçmişinin Gelecek ile Sınavı”, Mimar.ist, 50, s. 73-79

Yalçıntan, Murat Cemal vd (2014), “İstanbul Dönüşüm Coğrafyası”, Yeni İstanbul Çalışmaları içinde, Bartu Candan, Ayfer ve Özbay, Cenk (haz), Metis, s. 47-70


Is there a Way to Transform Istanbul without Destroying It?
Rapid re-urbanization of the squatter areas starting in the late 80's created a huge high density peripheral area. The last decade seems to be the modernization period of this culture imbedded there. The big scale investments of this property oriented urban transformation process targeting the central areas of the city caused severe damages on the urban textures persevering  from the Republican period. The most visible tool of this destruction seems to be a "fake historicity", an absent minded representation of "Ottomanism” versus the modernism of the republic. A very questionable reconstruction ideology using the term "faithfulness to the past” is replacing many mid 20th century buildings with very inappropriate imitations. The so called "renaissance" of the AKP (Justice and Development Party) period is disregarding the intellectual rights of the architects, trying to overpower them by debatable "municipal aesthetic councils". 

The common character of the giant scale "urban crime" projects seems to be the excessive building density brought into existing planned urban environments in the central zone. More vehement than this disproportional density, these areas are mostly public property that should have actually been part of the public spaces and green areas of the city. This is the unavoidable outcome of an urban management which starkly transforms the metropolis without any macro scale planning. In this chaos, the real dangerous areas of the city prone to an impending earthquake are remaining totally overlooked. If it could have somehow been possible to direct the property oriented transformation process to the alluvial grounds that create a potential for new green areas, the historicism and "kitsch" threatening the city center might well change its course towards the modernizing periphery.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder