Zafer Akay
Tarihsel
görünümlü modernleşme
Özal dönemi ülkenin şu veya bu şekilde kentleşmesiydi. 80’lerin ikinci
yarısında, gecekondu bölgelerinin inanılmaz bir hızda gerçekleşen yeniden
yapımına tanık olduk. Oldukça garip bir biçimde oluştu bu çevreler. Çekme
mesafesiz, arka bahçesiz, ağaçsız, yapılar yan parsel ve yollara tecavüzlü.
Bazen bitişik, bazen kol mesafesinde ara boşluklu ayrık düzende. Böylece,
kentteki kır, ağaçlı gecekondu mahallesi yerine, iyi kötü kanalizasyonlu, kim
ne derse desin sonuçta kentsel bir çevre oluştu. Bu bölgelere zaman içinde “varoş”
denmeye başlandı. Köken olarak küçümseyici bir anlamı yok “varoş”un. Macarcada,
kasaba anlamında. Orta Avrupa’da daha çok üst-orta sınıf kent dışı konut
alanları için kullanılmış. Ancak Türkçede daha hassas anlamlar taşımaya başladı.
Kazandığı yeni anlamıyla "varoş"un daha çok kentin sınıf değiştirmekte
olan bir kesimini nitelediğini, yoksul mahalleler, toplu konut alanları ve lüks
banliyölerle bütün bir çevresel alanı kapsamadığını belirtmek yararlı olabilir.
AKP
dönemi ise “varoş”un, ya da yerleşmekte olan yeni bilimsel adıyla “çeper”in iyi
kötü modernleşmesini temsil ediyor. Nasıl bir modernleşme demeyin. Böyle
işte... Bu ortamda ortaya çıkan yeni ticaret burjuvazisi son on yılın kentsel
gelişimine, lüks konut sitesi, rezidans kültürüne damgasını vurmuş durumda.
Osmanlı etiketine meraklı olsa da daha çok Anadolu ile canlı bağı olan bu
kültürün kuşkusuz kendine özgü bir yapısı var. Örneğin tiyatro ve diğer sahne
sanatlarına tümüyle kapalı olmaları açısından, geç Osmanlı kültürünün oldukça
gerisinde. Kapitalist toplum çalışanının temel ideali olan yaz tatili de bir
amaç olarak önem taşımıyor. Deniz kıyıları ilgi görmezken, kadın ve çocukların
erkeklerden uzak olarak havuzlarda eğlenmesine olanak veren yeni kaplıcalar,
yaygın adıyla “spa” kültürü öne çıkmış görünüyor. Dünyanın diğer bölgelerini
tanımak da batı kültürüyle ilgilenmeyen bu yeni burjuvazi için amaç değil. Bu
farklı dünyalardaki din ve geleneksel kültürler de kendi yaşamları açısından
sakıncalı olduğundan, seyahatin tek hedefi olarak kala kala “umre” kalıyor.
Böylece kapitalist tüketim kalıplarını kendince, hafta sonu AVM, bayramlarda
lüks “spa”, yılda bir kez de “umre”ye giden bir yeni burjuva sınıfı kenti
biçimlendirmeye başladı diyebiliriz.
2000’ler
boyunca altyapı oldukça gelişti. Birçok mahalleye raylı sistem ulaştı. Yer yer
küçük parklar, ne işe yaradığı pek de belli olmayan kültür merkezleri, meydan
düzenlemeleri oluştu. Yapılaşma ise çok sınırlı olarak yenileniyor. Bunun
yerine “cephe giydirme” anlayışı bir “estetik” söylemi ile ortaya çıkıyor. Henüz
tam anlamıyla gerçekleşmiş olmasa da belediyelerin düzenleyici olduğu, “bir
örnekleşmiş”, tarihsel kimlik taşıyan bir cephe anlayışının zorunlu tutulması
kent estetiğinin temeli olarak benimseniyor. Bu sistemli çabadan kuşku duyanlar
için Esenler Belediyesi’nin İstanbul Büyükşehir Belediyesi desteğiyle halen
sürdürmekte olduğu “Güzel Esenler” ve “Rengin Ahengi İstanbul” projeleri
aydınlatıcı olabilir
(http://www.esenler.bel.tr/tr/icerik/244/1779/guzel-esenler.aspx). Bu
nitelikte, belediye “kentsel tasarım ilkeleri doğrultusunda” oluşan “Potemkin mahalleleri”ne
çeşitli çevre belediye alanlarında rastlanabiliyor (http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/21711594.asp).
Bütün bu tarihselcilikte tarihsel merkezin de rolü olduğunu ayrıca not etmek
gerek. Bu “bir örnekleştirme” kâbusu Süleymaniye’nin de üstüne çökmüş durumda
bir süredir.
Gecekondu Islah Planlamasıyla ortaya çıkan dokuyu yansıtan, görece daha sağlam zeminli bir bölgeden, O2 Bağlantı Yolu, Nurtepe Viyadüküne bakan tanıdık bir yamaç (Fotoğraf: Z. Akay). |
Sonuçta
“çeper”deki bölgelerin de en önemli eksikliği tarihsellik olarak
belirginleşiyor. Kentin birçok bölgesinde olduğu gibi burada da kentleşme
sürecinde ortaya çıkan mimarlığın oldukça vahşi ve anlam yoksunu olduğu ortada.
Bir köken duygusuna ihtiyaç var belli ki. Böylece modernleşme “tarihsel
görünümlü” olarak varlık bulabiliyor. Planlama
ve yeniden yapılanma için ümit olmayan bir ortamda, zenginleşmenin ayırt
edilmesi için “dekorasyon” öne çıkıyor; iç ve dış dekorasyon olarak. Mimarlık “dış
dekorasyon” olarak yer buluyor kendine. Osmanlı stili camileri klasik
tarihselci konutların tamamladığı bir “tarihselleştirme”. Zaten klasik Osmanlı
dönemi ya da batı etkisindeki neoklasik ya da seçmeci tarzlar arasındaki
ayrımın bir önemi yok. Dolmabahçe Sarayı yeterli bir referans Osmanlıcı olmak
için. Dolayısıyla, pencere kenarlarına yapıştırılan söveler, sahte füruşlar ve
yapıştırma köşe taşları, aralarda bazı seçkinleşen örnekleri Osmanlılaştırarak
modernleştiriyor. Bunu bir tür sahte-yüceltim olarak yorumlamak da mümkün
belki. Kültürel olarak önemsenmeyen bir kitlenin bastırılmış zenginleşme ve
sınıf değiştirme isteğinin, ideolojik bir argümanla, yersiz bir “Osmanlıcılık”
maskesiyle yansıtılması gibi.
Tarihsel
sahtecilik anlayışına dünyanın başka yerlerinde de rastlanabiliyor. Örneğin
Makedonya’da, çok farklı bir bağlamda, Üsküp’e damgasını vuran Osmanlı
anıtlarını gölgede bırakmak adına sahte bir klasik mimarlık köpürtülüyor. Türki
cumhuriyetlerin bazılarında da benzer biçimde Sovyet dönemini gölgede bırakacak
bir tarih inşası arayışına rastlanabiliyor. Bu paralelde, genellikle Avrupa’daki
yenilikleri bir iki on yıl geriden izlemekte olan Türkiye’de de, bariz bir
kulvar değişikliğiyle, Cumhuriyet döneminin yerine geçirilecek bir modern “Osmanlı”
arayışına yöneliş gözlemleniyor. Bu eğilimi doğuya genelleştirilebilir bir olgu
olarak görmek zor. Örneğin batıya bir tepki geliştirmeyen, tersine,
entegrasyona çabasında olan Arap dünyasında, Dubai kentsel ekstravaganzasında
böyle bir boyut pek gözlenmiyor.
2010’dan
sonra yeni sermaye sınıfı konumunu güçlendirirken, ülke batıya kayıtsızlaşıp
Ortadoğu’ya daha çok yönelirken, kent merkezleri de çeperdeki “tarihsel
görünümlü” modernleşmeye daha çok maruz kalmaya başladı. Yeni sermaye sınıfı
doğal süreçte, kendi çevrelerine yatırım yapmak yerine kentin
prestijli kesimlerine ulaşmayı ve oraya yerleşmeyi amaçlamakta. Bunun arkasında
da bu çevrelerin kimlik sorunundan çok, ulaşım ve altyapı gibi temel kentsel
işlevlerdeki eksiklikler olduğunu düşünmek gerek. “Çeper”in gelişmesiyle ilgili
bir inançsızlık var. Böylece “modernleşen yeni burjuvazi” çok önemsediği
estetiğini oldukça saldırgan bir biçimde dayatmaya başladı artık kent merkezine.
Ne varsa yıkıp döküp, yerine kendi süslü köpük mimarisini koymak istiyor.
Estetiğini egemen kılmak için de hiçbir engel tanımak istemiyor. Modern
mimarlık mirası gibi kavramlar karşısında bir “estetik otoritesi” kurgulamaya
çalışıyor: Mimarın telif hakkı yerine geçirilecek çeşitli
güzellik uzmanı görüşleriyle desteklenen “kapı gibi” bir estetik kurulu toplumun “estetik” ihtiyaçlarını
karşılayacak. Böylece mimarları
dışlamak da “sahte Rönesans”ın bir boyutu olarak kendini açığa vuruyor.
“Aslına uygun”
Yeniden Yapım İdeolojisinin Tehlikeleri
Modern mimarlık mirasının tehdit altında oluşu Türkiye’ye özgü bir durum olmasa
gerek. Doğu Avrupa’nın, plattenbau olarak
etiketlenen, çoğunlukla savaş sonrası sosyalist toplu konut anlayışını temsil
eden yapılaşma çeşitli biçimlerde hedef gösterilmekte. Endüstri sonrası
kapitalist kültür için Bauhaus mimarlığı ve mobilyası ne kadar gündemdeyse,
şehirciliği de o kadar unutulmuş ve kötülenmiş durumda. Türkiye’de ise bu
ideolojik modernizm karşıtlığına gerek duyulmadan modern mimarlığın yok
edilmesi için etkin bir araç keşfedildi: Aslına uygun yeniden yapım ideolojisi.
Koruma kültürüne tümüyle aykırı olup, her nasılsa kokmayan, steril bir
tarihsellik olarak toplumun aklına yatan, basın tarafından da fırsat bulundukça
“aslı” kısmının üstüne basa basa köpürtülen bir ideoloji.
Bu sinsi tehdidin ilk kurbanı olarak Seyfi Arkan’ın Talimhane’deki Ayhan
Apartmanı hatırlanabilir. Bu önemli kaybın arkasından, Sedad Eldem’in Teşvikiye’deki
Bayan Firdevs Apartmanı, Rebii Gorbon’un Talimhane’deki Doğu Apartmanı ve
Rüknettin Güney’in Şişli’deki Çukurova Apartmanı, mimarlık gündeminde bir tartışmaya
olanak vermeyecek biçimde ansızın ortadan kaldırıldılar. Kimi zaman işlev
değişikliği, çoğunlukla da yapı yenileme ihtiyacı ile gündeme gelen bu
kayıplar, herhangi bir kentsel planlamaya dayanmayan bir “kentsel dönüşüm”
anlayışının sonuçları olarak görünüyorlar. Özellikle Çukurova Apartmanı’nın
yerindeki otel yapısı sahte tarihselciliğin bu dönüşümdeki rolünü ortaya
koyuyor. Ebru Omay Polat’ın söz ettiği gibi, bu tehdit artık tekil binaların
ötesinde, kent dokularına yönelmiş durumda (Omay Polat, 2014: 76-78). Bağdat
Caddesi çevresindeki kentsel dönüşüm adı altında yürütülen yapı yenileme
çılgınlığının arkasında da otopark sorunu kadar, yapılarla ilgili
estetik-ideolojik sorunlar rol oynuyor olmalı. Konut stoku kaybı kuşkusuz ekonomik
boyutuyla da incelenmeye değer boyutta olan bu bölge, modern mimarlık mirası
açısından da önemli kayıplara sahne olmuş görünüyor. Caddenin karakterini
yansıtan Melih Koray tasarımlarından hemen hemen ayakta kalan yok. Fenerbahçe’de
de Ayhan Tayman tasarımı olan üç karakteristik konut yapısı yıkım tehdidi
altında.
“Aslına uygun” yeniden yapım ideolojisinin yol açtığı en büyük kayıp ise
kuşkusuz Robert Mallet-Stevens’ın ülkesi dışındaki tek yapıtı olarak bilinen
Mecidiyeköy Likör Fabrikası. Mimarlık dünyası, yıkımı için gerçek bir neden
gösterilemeyen yeniden yapılacak Likör Fabrikasının “aslına uygunluk” düzeyini
merakla beklemekte. Kent merkezine belki en önemli ideolojik müdahale olan AKM
yenileme girişimi ise son on yılın kültürel gerilimini özetliyor. Kentin modern
mimarlık simgelerinden olan AKM’nin, “neo-barok” kimlikle tarihselleştirme
isteği açıklanmış bulunuyor. Öte yandan yapının üstlendiği müzik, tiyatro,
sahne sanatları işlevine yönelik sınırlama ve engelleme girişimleri, yenileme
amacını kuşkulu hale getirmiş görünmekte.
Kentin “modern” veya Cumhuriyet dönemi merkezi olarak tanımlanabilecek
Taksim-Şişli aksı belirgin bir ideolojik çatışmaya sahne olurken, yanı
başındaki geç Osmanlı dönemi tarihsel merkezi Beyoğlu da “aslına uygun” yeniden
yapımdan payını almış görünüyor. İstiklal Caddesi’ndeki Deveaux Apartmanı’nın “aslına
uygun” yeniden yapımı bahanesiyle yola çıkan Demirören AVM, dönemin sahte
tarihsel simgelerinden birini oluşturdu. “Deveaux Apartmanı”nın hayaleti çevresindeki
yapıları yutup bir “duble apartman”a dönüştü. “Aslına uygun” olmayarak üst kata
taşınmakta olan Emek Sineması ise tarihsel merkezin korumaya değer görülmeyen
simgelerinden biri olarak kayda geçti. Emek’in bütün bu yıkımlar arasında en
çok toplum gündemine giren bir konu olduğu not edilebilir. Majik Sineması da
benzer bir senaryoda yeniden yapım beklemekte. Böylece İstanbul’un gözbebeği
olan Levanten mimarlık mirasının kentsel koruma alanı Beyoğlu da sahte
tarihsellikten payını almış oluyor.
2000’lerden bu yana gerçekliğini belirginleştiren bu “tarihselci
modernleşme”nin bir “Rönesans” olarak tanımlanmasına da rastlanabiliyor. Kentin
her yanında bolca rastlanabilen TOKİ nokta blokları ve giderek siluette yer
edinen rezidanslar arasında fazla dönem simgelerine de rastlanıyor denilemez.
Batı Ataşehir’de yüksek konut blokları yanında, arada kalan minareleriyle bir
kentsel tasarım fiyaskosu olarak tanımlanabilecek, Mimar Sinan adı verilen cami
bu açığı kapatan yapılardan birisi olarak ortaya çıktı. Önceki, Sinan dönem
mimarlığını betonarmeye adapte etme çabalarının iddiasız bir örneği olan yapı,
dönemin simge ihtiyacını karşılamakta yetersiz kalmış olmalı ki, Çamlıca
tepesinde, yeşil alan ortadan kaldırılarak, dev bir yeraltı otoparkı ve ne işe
yarayacağı pek anlaşılamayan bir kültür merkezi üstüne konumlandırılmak istenen
yeni bir cami projesi gündemde. Kısıtlanmış bir sürede, kısıtlanmış
katılımcılarla gerçekleşen bir yarışma sonucunda, “Rönesans”tan çok 19. yüzyıl
seçmeci-neoklasik tarzını yansıtan bir proje basında yer aldı. Yapının
büyüklüğü üzerine kurulan tanıtımlar sonrasında, tasarım kalitesi yeterli
bulunmamış olacak ki, bazı başka mimarların müdahalesiyle “düzeltildi”. Bütün
bu süreçte ne Osmanlıcılık ne de Ankara’da daha çok gündeme gelen Selçuklu mimarlığı,
İstanbul genelinde geçerli olan sahte tarihsellik anlayışının önüne geçememiş
oldu. Osmanlı ve Selçuklu tarzları en çok Yeni Kadıköy İskelesi’nde ve bazı
metro istasyonlarındaki “çinili filpaye”lerde dikkat çekiyor.
Aşırı Emsalli,
Kent Suçu “Mega Proje”ler
İstanbul’un siluetini değiştiren projelerden bazılarının daha çok gündem
işgal ettiği söylenebilir. Bunlardan bazıları konumları ya da içindeki
bulundukları kentsel doku açısından tepki toplamaktalar. Mühürdar’daki Doubletree
Hilton ve Zeytinburnu 16/9 Kuleleri bu nitelikte projeler arasında
sayılabilirler. Bazıları da yeni bir kent suçu kategorisi yaratacak kadar aşırı
boyutlardaki yapı alanı ile dikkat çektiler.
Güneşe çıkmış bir yeraltı canavarını çağrıştıran alt kütlesiyle 2000’li yılların Boğaz siluetine damgasını vuran Zorlu Center (www.mimdap.org). |
2000’li yıllar İstanbul’una damgasını vuran Zorlu Center’ı karakterize
eden 4 kulenin üstünde oturduğu masif bir kütle. Görünen, kapalı otopark için yer
altında arsa bütününde yapılaşmaya olanak veren yönetmeliklerin özel imar
şartları ile esnetilmesi sonucunda, bodrum kat yapısının yeryüzüne çıkmış bir
yeraltı canavarı gibi kentin siluetine yerleşmesi. Yüksek bloklara gelmeden, bu
garip podyum yapı çevresindeki yapılaşmayı eziyor öncelikle. Böylece bitmek
bilmeyen bir emsal tartışması başlıyor. Nereden bakılsa bakılsın orantısızlık
ortada.
49’ar katlı 4 Winds kulelerinin çevre yapılaşmayla oran(sızlığ)ı (www.emlakansiklopedisi.com). |
Bir başka aşırı emsal örneği de Göztepe’de Meteoroloji Bölge Müdürlüğü
arsasında yükselen “4 Winds” adı verilen 49’ar katlı dört konut kulesi. Sadece
çevredeki kat karşılığı, müteahhit paylı olarak gelişmiş yapılaşmanın değil,
çevredeki aşırıya kaçmış yapımcı paylı yapılaşmanın da fersah fersah ötesinde
bir orantısızlık söz konusu. Buradaki sorunları aşırı emsale indirgemek belki
de gerçek kent suçu niteliğini algılamamıza engel. Kamunun, hırslı bir rantiye
gibi aşırı sayıda “daire sahibi” olma isteği nasıl açıklanabilir? Devlet bu
daireleri ne yapıyor? Kiraya verip aldığı kirayı faize mi yatırıyor? “Plan,
yasa, akıl, vizyon, adalet varmış gibi yapılarak” sürdürülen (Çavuşoğlu, 2014:
72) plansız şehirciliği en iyi ele veren projeler bunlar belki de. Yeşil alan -
kamusal alan eksikliğinin aşırı boyutlarda olduğu İstanbul’da, eldeki kamusal
alanın kamu adına ranta dönüştürülmesi nasıl bir “planlama” mantığıyla
açıklanabilir?
Meteoroloji Bölge Müdürlüğü arsası, şu sıralarda gündemde olan, yakınındaki
İl Tarım Müdürlüğü arsası gibi, kuşkusuz kentin bu en değerli kesiminde bile
eksik olan kamusal açık alan ihtiyacını karşılamalıydı. Bir alışveriş merkezi
ihtiyacı bulunmayan, zorlama araçlarla toplu taşınım ilişkisi sağlanan “Zorlu
Center” arsası ise, açık alan sağlamanın ötesinde, İhsan Bilgin’in ayrıntısıyla
anlattığı gibi, aynı zamanda mimarlık mirası özelliği taşıyan bir kent için çok
değerli bir kamusal yerleşkeyi barındırmaktaydı (Bilgin, 2014). Sadece yönetim
yapısı değil, yerleşkenin bütün birimlerinin Türkiye mimarlığının bir döneminin
çok özgün örnekleri olan bu yapılar, yeniden işlevlendirilerek kentin önemli
bir kültür-eğitim yerleşkesine dönüşmeyi fazlasıyla hak ediyorlardı kuşkusuz. Belki
arsanın Boğaz görüş gibi olanakları da bu arada bazı ek (kaçınılmaz olarak
yüksek) yapılarla değerlendirilebilirdi de. Ancak bu elbette “şehircilik”
anlayışının doğrudan “kent suçu” oluşturmadığı demokratik bir kent planlama
anlayışını gerektiriyor.
Kamunun, yaptığı bu temel yanlışlıkla kalmayıp aşırı emsal ile kötü emsal
oluşturmasının arkasından kent ve “kuzey ormanları”nın kente yakın bölümleri dehşetli
bir orantısız yoğunluk tehdidiyle karşı karşıya. Orman alanına tecavüzü yargı
yoluyla durdurulmuş görünen, dolayısıyla toplum tepkisinden büyük ölçüde
kendini kurtarmış olan “Maslak 1453” adlı proje tüm orantısızlığıyla
yükselmekte. Diğer kamusal ve kamu tesis alanlarındaki, Mecidiyeköy Ali Sami
Yen Stadyumu ve Likör Fabrikası yerindekiler gibi başka orantısız projeler de
benzer aşırılıklarla yükselmekteler.
Kentin Deprem
Tehdidi Altındaki Kesiminin Geleceği
Kent merkezi ve 20. yüzyıl planlı gelişme alanları, yer yer plansız
kentsel dönüşüm faciası, yer yer “duble yol yapmak için” kamu arsalarının satılması,
yer yer de doğrudan iktidarı destekleyen bazı konut yatırımcılarına imtiyaz
sağlama adına yok edilirken, gerçekten kentsel dönüşüme ihtiyacı olan riskli
zemin üstünde niteliksiz yapılaşma alanlarında ne oluyor? Bu alanlar
çoğunlukla, sözünü ettiğimiz geç 80’lerin “gecekondu ıslah” planlarıyla
oluşmuş, yüksek emsalli alanlar. Kentsel donatının oldukça yetersiz olduğu bu
alanların bir kısmı, zemin açısından oldukça sorunlu alüvyon dere yatakları
üzerinde bulunmakta. Avrupa yakasında, “sur dışı” olarak tanımlanan bölgede,
kuzey güney ekseninde üç önemli vadi tabanı gözlenebiliyor. Bu alanlarda kısmen
niteliksiz yoğun konut alanları bulunmakta. Alüvyon düzlükler ise çoğunlukla
küçük sanayi ve depolama alanları ile işgal edilmiş durumda. Yeşil alan
potansiyeli olarak önemsenmesi gereken bu alanlar ve çevresinde, konut dışı
işlevlerin bulunması etkili bir kentsel dönüşüm planlaması için bir fırsat
oluşturmakta. Ancak bu alanlara yönelik herhangi bir planlama çabasından söz
etmek pek olanaklı değil. 2000’lerin başındaki, nazım plan çalışmalarına bir
biçimde referans veren Kentsel Tasarım Dairesi projeleri tümüyle unutulmuş
görünmekte. Sonraki İMP çalışmaları arasında da bu yönde köklü bir kentsel
dönüşüm kavramı geliştirecek bir anlayış gözlenmedi.
İstanbul’un yeşil alan potansiyeli açısından önemsenmesi gereken, zemin açısından sorunlu dere yatakları (Görsel: Zafer Akay, Şebnem Kayhan). |
Gündemde olan büyük ölçekli kentsel dönüşüm projeleri Fikirtepe,
Okmeydanı ve Derbent gibi, çoğunlukla daha merkeze yakın, zemin sorunları
açısından ön sırada olmayan alanlarda bulunuyor. Öte yandan yerel ölçeklerde,
bazı ilçe belediyeleri tarafından yürütülmekte olan kentsel dönüşüm
deneyimlerinden de söz edilebiliyor. Küçükçekmece bu alanda erken davranmış
belediyeler arasında sayılabilir. Gaziosmanpaşa da son yıllarda, Alibeyköy Deresi
vadisinin batısında bir kentsel dönüşüm aksı ortaya koyabilmiş gibi görünüyor.
Esenler’de de belirli bir bütünsel plana bağlı gözükmeyen bazı girişimler
gözlenmekte. Murat Cemal Yalçıntan ve çalışma arkadaşlarının ekonomik ve
toplumsal boyutlarıyla detaylı olarak tanımladıkları gibi, çoğunlukla toplumsal
sorunlara duyarlı olmayan yaklaşımlarla gündemde yer alıyor bu projeler
(Yalçıntan vd., 2014: 53-56).
Bütün bu münferit projeler sürdürülmekteyken, ansızın Kanalİstanbul
etiketi ile oldukça geniş bir alanda, İstanbul metropoliten alanı için çok
belirgin bir genişleme kavramı ortaya atılmış oldu. Burada da bütünsel bir
kentsel planlama basına yansımazken, tümüyle emlak-eksenli bir gelişme
görselleştirmesi söz konusu. Elbette belirli bir fiziksel planlama olmaksızın
böyle bir görselleştirmenin yapılması mümkün değil. Ama bir biçimde makroplan
kavramı olmaksızın bir gelişme alanı kavramı ile karşı karşıya kalınmış oluyor.
Bu kentsel gelişme alanı kavramı kuşkusuz, önemli bir sıkışmanın gözlendiği “sur
dışı” için de ilginç bir rol oynayabilir. Ancak bu konulardan pek söz
edilmiyor. Öte yandan bu alanın çevresinde, bütünsel bir plan olmaksızın
gelişmiş görünen olan Ispartakule, Kayaşehir ve Başakşehir gibi toplu konut
alanları için bir “merkez” tasarlanması TV reklamlarında duyurulabiliyor.
Çokmerkezlilik düşüncesinin bir biçimde hatırlanması elbette çok olumlu bir
gelişme. Ancak bütün bu çabalar arasında zemin sorunu olan niteliksiz
yapılaşmanın dönüşümü nerede duruyor?
İstanbul’da “mega projeler” ve “kentsel dönüşüm” alanları, “sur dışı” bölgesinden ayrıntı (Görsel: Zafer Akay, Şebnem Kayhan). |
“Sur dışı”nın bütününe bakıldığında, gelişmek ve bu kısır döngüden
kurtulmak zorunda olan bir kent parçasının geleceğinin ipuçlarını görmek zor
değil aslında: Birçok açıdan kentin “prestij” bölgeleri arasında sayılabilecek
Bakırköy’den, D100’ün öte yanına sıçrayan “prestij” projeler, metro adını
taşıyan ilk hafif raylı sistem ve bunu destekleyen tramvay ve yeni bir metro
hattı, İstanbul için devrim niteliğinde sayılması gereken mini “central park”
düşüncesi. Bunlardan birinin, Baysal-Birsel ortaklığının modern mimarlık mirası
listesinin kuşkusuz üst sıralarında yer alan Vakko Fabrikası’nın yerine geçmiş
olması konu bile edilemiyor. Bu bölgelerde bir fabrika yapısının korunmasından ya
da yeniden işlevlendirilmesinden söz etmek bir süre daha zor olabilir. Seyfi
Arkan’ın Pe-Re-Ja Fabrikası için şimdilik dua etmekten başka bir şey gelmiyor
akla. Diğer yanda Ayamama Deresi vadisi, nam-ı diğer Basın Ekspres Yolu, dizi
dizi alışveriş merkezleri ve oldukça vahşi bir MİA’nın oluşumuna sahne olmakta.
En önemlisi, TEM boyunca hızla yükselmekte olan “mega projeler”: Viaport
Venezia, Mall of Istanbul, Ayazma, Tepeüstü ve diğerleri... Bütün bunlar belki
bu dev alanda fazla geniş yer kaplamıyorlar ama kaçınılmaz gelişmenin
işaretlerini vermekteler gelen geçene. Tek sorun bütünsel bir kentsel
planlamanın akla gelmemesi belki de. Otoyollarla çevrili bu koskoca alan
içinde, doğu-batı ekseninde devamlılık gösteren bir cadde olmadığı gibi, bunun
bir gereklilik olduğunun kimsenin aklına gelememesi. Hiç kimse “Yeni Türkiye”de
bunların zorluğundan söz etmemeli.
Benzerleri arasında dikkat çeken Viaport Venezia projesinin, aslında sıradan bir AVM “pastiche”inden pek farklı olmayan gondollu kanal kenarındaki yapıları (www.emlakcasusu.com). |
En ilginç olanı kent merkezinde artık nefret yaratmakta olan alışveriş
merkezleri ve rezidanslar ve her türlü emlak-eksenli gelişmenin burada büyük
özlemler oluşu. Elbette burada merkezdeki sıklıkta olmamalı bu simgesel
odaklar. Kültürel olarak ise çok geniş olanaklar sunuyor bu bakir alanlar.
Kenti yok etmeden, merkezi kendi kimliğine saygılı biçimde geliştirmek mümkün
olursa, merkezin istemediği “çılgın”lıklara yer bulmak zor değil belki de.
Kendini anlamlandırmakta zorlanan, kimlik arayışında olan bu çevre yerleşimler “çılgın”lığa,
hatta “kitsch”e alabildiğine açık çünkü. Kent merkezinden bakıldığında akıldışı
görünen Venedik kanalları çevresinde bir yaşam da belki kendi bağlamında o
kadar yabancılaştırıcı değil. Belki kaçınılmaz bir yenilenme sürecinde kentin
belirli bölümlerinin, anlam arayışında bazı savrulmalarını tolere etmek
gerekiyor.
İçinde bulunduğumuz “emlak-eksenli çılgınlık” ortamında, kenti ve merkezindeki değerleri, parkları, ağaçları, yapıları, açık alanları korumak için olağanüstü bir çaba sarf etmek gerektiği ortada. Kenti çevreleyen kırları, ormanları, akarsuları da… Ama belki bu olağanüstü çaba kadar, bağlamı savunmak, “çılgınlık”ı doğru adrese yönlendirmek de bir çözüm olabilir. Merkezin istemediği dönüşüm, parıltı ve “kitsch”i, bütün bunları özleyen “çeper”e yönlendirmenin bir yöntemi olmalı. Ancak kentin rant haritasını bir ölçüde etkileyebilecek böyle bir yönlendirme, kentin yenilenmesi zorunlu ezici çoğunluğu dururken, mutlak korunması gereken değerli azınlığın yıkılmasına engel olabilir.
Kaynaklar
Bilgin, İhsan (2014), “Zorlu Vakası”,
Serbestiyet, 25 Nisan 2014:
http://serbestiyet.com/zorlu-vakasi/#!prettyPhoto
Çavuşoğlu, Erbatur (2014), “Son 20 Yılda İstanbul’un Planlama ve Kent Yönetimi
Mantığını Anlamak, Mimar.ist, 50, s. 69-72
Omay Polat, Ebru (2014), “İstanbul’un Yakın Geçmişinin Gelecek ile Sınavı”,
Mimar.ist, 50, s. 73-79
Yalçıntan, Murat Cemal vd (2014), “İstanbul Dönüşüm Coğrafyası”, Yeni İstanbul Çalışmaları içinde, Bartu
Candan, Ayfer ve Özbay, Cenk (haz), Metis, s. 47-70
Is there a Way to
Transform Istanbul without Destroying It?
Rapid re-urbanization of the squatter areas starting in the late 80's
created a huge high density peripheral area. The last decade seems to be the
modernization period of this culture imbedded there. The big scale investments
of this property oriented urban transformation process targeting the central
areas of the city caused severe damages on the urban textures persevering from the Republican period. The most visible
tool of this destruction seems to be a "fake historicity", an absent
minded representation of "Ottomanism” versus the modernism of the
republic. A very questionable reconstruction ideology using the term
"faithfulness to the past” is replacing many mid 20th century buildings
with very inappropriate imitations. The so called "renaissance" of
the AKP (Justice and Development Party) period is disregarding the intellectual
rights of the architects, trying to overpower them by debatable "municipal
aesthetic councils".
The common character of the giant scale "urban crime" projects
seems to be the excessive building density brought into existing planned urban environments
in the central zone. More vehement than this disproportional density, these
areas are mostly public property that should have actually been part of the
public spaces and green areas of the city. This is the unavoidable outcome of
an urban management which starkly transforms the metropolis without any macro
scale planning. In this chaos, the real dangerous areas of the city prone to an
impending earthquake are remaining totally overlooked. If it could have somehow
been possible to direct the property oriented transformation process to the
alluvial grounds that create a potential for new green areas, the historicism
and "kitsch" threatening the city center might well change its course
towards the modernizing periphery.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder