Zafer Akay
Ana akım olarak tarihselci mimarlık
Ana akım olarak tarihselci mimarlık
Türkiye
mimarlığında geçmişe öykünme, 1880'lerdeki Sinan dönemini yeniden canlandırma
söylemi ile başladığını düşünebileceğimiz, II. Meşrutiyet ile yoğunlaşan ve
Cumhuriyet'in ilk yıllarında da I. Milli adıyla süregiden bir ana akım olarak
görülebilir. 1930'ların modernizmi, bu ana akım içinde çok da güçlü olamamış,
hatta sonraki yıllarda da izleri büyük ölçüde ortadan kaldırılmış talihsiz bir
dönem gibi görünür. Mimarlığa önemli ideolojik görevler yüklenmiş, modernizm'den
de öncelikle "milli" olması beklenmiştir. Arkan'ın Hariciye Köşkü ve
İller Bankası, Eldem'in sonradan Başbakanlık olan Tekel Genel Müdürlüğü
yapıları bu beklentiyi karşılayan başarılı yapıtlar olarak görülmüşlerdir. 1950'lerde
"Uluslararası Stil"in Türkiye'ye girişinin simgesi Hilton Oteli yine
Eldem'in yerel motifleri ile gerçekleşmiş, geçmişin ruhunu taşıyarak modern
olmak, geçmişin özünü çağdaş koşullarda yorumlamak başta Turgut Cansever olmak
üzere 1960'larda da birçok modernist, bazı yorumlara göre de bölgeselci mimarının
söylemini oluşturmuştur.
Bütün bu ana
akım içindeki en "tarihselci" yaklaşımın tam bir kopyalama olarak
tanımlanabilecek bir temsilcisi oldukça ilginçtir. Sedad Hakkı Eldem'in 1948
tarihli Taşlık Kahvesi, paradoksal bir biçimde geçmişte keşfedilmiş
"modernizm"in geçmişe öykünme ile yeniden yapımı olarak tanımlanabilir.
Bu koşullarda Taşlık Kahvesi, Eldem'in neredeyse tartışma dışı kalmış bir yapıtı
olarak, sonraki yaklaşımlarını da büyük ölçüde dokunulmazlaştıran bir ilk adım
niteliğindedir. Zaten II. Dünya Savaşı yılları Bonatz'ın önderliğinde yoğun bir
"klasikçi" yaklaşıma sahne olmuştur. Kemali Söylemezoğlu'nun Çapa
Yalısı, Eldem ve Onat'ın Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi, Bonatz'ın altın
renkli iyonik kolonlu Ankara Opera "yenilemesi"nin doruğunu
oluşturacağı 40'ların klasikçiliğinin tipik örnekleridir. Bu yaklaşımlar
dönemlerinde asla garipsenmemiş, 1930'larda Holzmeister'in kirpi saçaklarına acımasızca
saldıran Arkitekt yazarları tarafından bile kolayca kabullenilmişlerdir. Bunların
ortaya çıktığı ortamda, Varşova gibi Orta Avrupa'nın birçok kentinin tarihsel
merkezlerindeki, çoğunlukla belirli rölövelere dayanmayan yoğun yeniden yapım
etkinliğinin bu yaklaşımları doğallaştırdığı düşünülebilir.
Bu anlayışı
açıklamak için kullandığımız "tarihselcilik" kavramının da, Alan
Colquhoun'un ilk kez 1972'de yayınlanan "Tarihsicilik ve Anlambilimin
Sınırları" başlıklı makalesinde söylediği gibi, oldukça tartışmalı
olduğunu kabul etmemiz gerekir:
"Tarihsici"
sözünün o denli fazla yorumu vardır ki, onu burada hangi anlamda kullandığımı
açıkça belirtmem gerekir. Mimarlık tarihinde, örneğin Nikolaus Pevsner
"tarihsicilik" sözünü seçmecilikle eşanlamlı olarak kullanır. Benim
görüşüme göre bu yanıltıcıdır. Aynı tip düşüncenin değişik yönleri olan iki
kavramı, seçmeciliği ve Zeitgeist kavramını birbirinden ayırmaktadır.
Seçmecilik tarihsel göreliliğin bir sonucudur. estetik yasalar, tarihteki tikel
evrelerin ürünü olduklarına inanılır inanılmaz, olduğu gibi gelip önümüze
serilmişlerdir. Onları yansılamak zorunda değilizdir. Gerekliliklerinin kendi
dönemlerine bağlı olduğuna inandığımıza göre bunu yapmamalıyız da. Ancak
kullanılabilirler, çünkü pek çok eşdeğer dil gibi, kendileri için ve kendi
içlerinde incelenmişlerdir." (Colquhoun, 1990, 131-132)
Bugün ise,
Colquhoun'un iki tarihselciliği ayırmayı gerekli kılan yorumunun geçerli olduğu,
70'lerin oldukça ileri gitmiş modernizminden ne kadar uzaklaşmış ve mimarlıktaki
seçmeci tutumları ne kadar kanıksamış olduğumuz oldukça açık. Öte yandan,
Marksist sanat tarihi felsefesinin belkemiğini oluşturan tarihselciliğin önemli
temsilcilerinden sayılan Morawski'nin tanımladığı gibi, mantıksal
açıklamalarla, "tarih felsefesinin kendisi" olarak alan yaklaşımların
unutulmuşluğu da pek kanıt gerektirmez gibi. (Morawski, 1981) Bu koşullarda, yukarıdaki pasajdaki gibi "tarihsicilik"
sözcüğünü türkçeye kazandırmış görünen bu ayrıma, çağdaş mimarlık yaklaşımları
ile "tarihe öykünme" yaklaşımları arasındaki ayrımın daha da
belirginleştiği günümüzde çok da gereksinim kalmamış görünüyor.
Postmodernist tarihselcilik
1. Küçük Çamlıca Köşkleri (Fotoğraf: Zafer Akay) |
1950'lerden
sonra "Amerikanizasyon" sürecindeki Türkiye'de modernizm oldukça
rakipsiz görünür. II. Dünya Savaşı öncesinde olduğu gibi, soğuk savaş boyunca da
dünyanın iki kutbunda mimarlık ideolojisi açısından önemli bir fark olmayışı
kuşkusuz ilginçtir. Hızlı bir endüstrileşme süreci ve toplu konut kavramının
ortaya çıkışıyla Türkiye kentleri de hızlı bir dönüşüm yaşarlar. 1970'lerde
batıda ortaya çıkan "post-modernist" tepkileri fark etmeyecek kadar
yoğun yaşanan endüstrileşme ortamındaki ilk farklı sesin oldukça ihmal edilmiş
olan koruma/restorasyon dünyasından gelmesi çok da şaşırtıcı değildir belki. Mimarlık
dünyasında post-modern kavramının dile getirilmesinin oldukça öncelerinde, pek
de özgünlük kaygısı taşımadan, daha çok bir sahne tasarımı özellikleri gösteren
Soğukçeşme sokağı yenilemesi ile adından söz ettirmeye başlayan, Turing Kurumu
başkanı Çelik Gülersoy'un ilk önemli belgesiz rekonstrüksiyon projesi 80'lerin
sonunda Çamlıca tepesinde gerçekleşir. Çamlıca Köşkü daha önce burada bulunduğu
varsayılan bir yapının yeniden canlandırılması mantığında ortaya çıkar. Bunu
daha sonraki yıllarda, izleyicileri tarafından gerçekleştirilen, tümüyle hayali
Küçük Çamlıca köşkleri izleyecektir. Küçük Çamlıca köşkleri "Türk
evi"nden esinlenmekle yetinmeyen bir yaklaşım için oldukça özgür bir
deneyim kazanma alanıdır. (Foto 1)
2. Aksoy'un tapınak-villası |
Bu çok
şaşırtıcı olmayan yaklaşımlardan oldukça farklı bir bakış açısı ise yine
80'lerin ortalarında Ankara'da, Şili Meydanı'nda Menderes Evi olarak bilinen
yapının özel bir konut olarak yenilenmesi ile ortaya çıkacaktır. Daha öncelerde
pek fazla tanınmayan Erol Aksoy, mimarlık dünyasının gündemine popüler ve aynı
zamanda, biraz dehşet verici bir konu olarak düşer. Mimarlık dergisinin 1984
yılının son sayısının kapağında yer alan yapının mimarı Aksoy, Ankara'daki tam
anlamıyla "neo-klasik" denemesine tepki gösterenlere, bunun sadece
bir başlangıç olduğunu, yakında İstanbul'a bir "Parthenon" dikeceğini
söyler. (Foto 2) Bu proje gerçekleşmez ama bu amacı ünlü Banker Kastelli'nin
Çiftehavuzlar Sahil Yolu'ndaki apartmanları yerine getirir. Bu projenin bir
kırılma noktası oluşturduğu, bu gösterişli tarihselci "kent dekoru"
ile bir tabunun yıkılması, toplumun modernizmin işlevselci kısıtlamalarından
kurtuluşunun simgesi olarak görülebileceği düşünülebilir. Bu yaklaşımların
ortak özellikleri, 1930'larda toplumu kimliksizleşmekten kurtarmak adına
Bauhaus modernizmine savaş açan Hitler gibi, mimarlığa amatör bir ilgi ve sevgi
duyan "baskın" kişilikler çevresinde oluşmalarıdır.
Bu baskın
kişilikler arasına daha sonraki yıllarda, World of Wonders zinciriyle, Antalya
Kundu Turizm bölgesinde, Topkapı ve Kremlin Saraylarını "aslına uygun
olarak" inşa ederek öncülük eden yatırımcı Mehmet Nazif Günal, Eskişehir'e
uydurma bir tarih yaratma amacını taşıyan Porsuk köprülerinin mimarı Büyükşehir
Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen, bol Selçuklu portalli bir üniversite
kampüsünün tasarımcısı olduğunu iddia eden eski İstanbul Büyükşehir Belediye
Başkanı Bedrettin Dalan da katılacaklardır. (Foto 3 ve 4) Aynı doğrultuda,
çeşitli ölçeklerde, örneğin Ankara'nın bir ilçe belediyesinde bir İzmir Konak
Saat Kulesi inşa etmek gibi daha zayıf hayal gücü ürünü olan versiyonlarına da
bolca rastlanabilir. Bu projelerin tümünün yoğun bir popüler ilgi görmesi ve
popüler medyaya konu olması pek şaşırtıcı değil, ancak aynı kişilerin
çevresinde örneğin Eskişehir Odunpazarı Evleri gibi, koruma açısından herhangi
bir değer taşımayan projelerin "Tarihi Kentler Birliği" tarafından
ödüllendirilmesi kayda değer bir ayrıntı.
3. Antalya Kundu'da Kremlin Sarayı |
4 Eskişehir'de aslanlı bir köprü |
Bütün bunların,
her nedense kaybedilmiş bir geçmişi arama görüntüsünde, ortak motifin güç ve
kişisel seçimlerin dışavurumu olduğu, vazgeçilmez olarak dikkat çekme ve ilgi
odağı olma isteklerini yansıtan bir mesleki kültüre meydan okuma çabaları
olduğu açık. Bunlarla ne kadar kalıcı ya da yatırım açısından tutarlı olunduğu
ise günümüzün çoğulcu ve hızlı tüketime dayanan kapitalist kültürü açısından
sorgulanmaya değer. Post-modernist mimarlığın büyük kuramcısı Venturi'nin bile
temel aldığı eğlence dünyasının kaşarlanmış estetiğinin vazgeçilmezliği bir
yana, üniversite kampüsleri ve kamusal projelerin bu tür kişisel hezeyanlara
kurban edilmiş olmasını değerlendirmek kuşkusuz birkaç onyıl sonra daha
olanaklı olacak.
Yıkarak yerine "aslına uygun"
olarak yeniden yapma
Var olduğu
düşünülen tarihsel bir yapıyı belgesiz olarak yeniden yapmak, çağdaş bir yapıyı
tarihsel görünümlü bir yapıya dönüştürmek ya da yeni bir yapıyı doğrudan
doğruya tarihsel görünümlü olarak yapmak artık kanıksadığımız yapı yapma
anlayışları haline geldi. Bu yöntemleri tanımlayan "eski
eserleştirme" kavramı mimarlık terminolojisinde yerini de almış oldu.
Anlaşılması zor olan ise toplumun bu kadar koşulda tarihsel görünüme ilgi
duyarken, var olan ve ayakta tutulması pek de zor olmayan birçok yapıyı korumayı
pek düşünmemesi. Yeniden yapımın bazen kaçınılmaz olabileceği, ancak özel
durumlarda kabul edilebilecek bir uygulama sayılabileceği, restorasyon
tekniklerini anlatan temel kitaplarda açıkça dile getirilmiştir:
"Yeni
yapı, yerine yapıldığı anıtın tarihi dokusuna, özgün malzeme ve işçiliğine
sahip değildir. Bir kopya, tarihi yapının kütle ve mekanlarını ancak biçimsel
olarak canlandırabilir, anıtın yerini alması olanaksızdır; kısacası tarihi
değer taşımaz." (Ahunbay, 1996, 99)
"Yeniden
yapma"nın çoğu zaman yapımcılar açısından pragmatik nedenleri olduğunu
anlamak olası. Ama neden toplum tarihsel değeri olmayan kopyaları bu kadar
kolay benimsiyor? Bu kolay benimsemenin bazı nedenleri olabilir mi? Toplumun buradaki
duyarsızlığını anlamak bugünlerde ulaşılan "yıkma histerisi"ni
anlamamıza yardımcı olabilir mi? Aynısının, "aslına uygun" olarak
yeniden yapılması koşuluyla olduğu zaman "yıkmak" nasıl bir topluma
bu kadar doğal gelebilir? Acaba "yıkım"a duyarsızlığın da bazı
tarihsel nedenleri olabilir mi?
Osmanlı döneminde ahşap yapılar ve onarım
Osmanlı
döneminde ahşap konut yapılarının kolaylıkla yandığı ve buna karşı pek önlem
alınmadığı, yangın duvarı kavramının Tanzimat sonrasında, batı etkisiyle
kentlerimize girdiği söylenegelmiştir. Ahşap yapıları yıkmanın da benzeri bir
doğallıkla karşılanmış olduğunu düşünmek de oldukça akla yatkın görünüyor.
İlkçağdan bu yana öncelikle ahşap olarak yapılmış birçok anıtsal yapının, bir
yangın sonrası ya da yıkılarak yerine taş ya da tuğla malzemeyle yığma
tekniğinde yapılmış olduğuna birçok anlatıda rastlanabilir. Yığma yapılar ise,
Osmanlı kamusal yapılarında olduğu gibi, artık korunmaya ve onarılmaya uygun
hale gelmiş sayılmaktadır. Osmanlı döneminde, Hassa Mimarları Ocağı'na ilişkin
kayıtlarda rastlayabildiğimiz onarımcı mimarlar olan
"meremmetçiler"in çoğunlukla taş yapıların onarılması, bazen de
çatıların onarılmasıyla ilgili olduklarını anlayabilmekteyiz. Hassa
mimarlarının yapıtlarıyla ilgili kayıtlarda, örneğin Topkapı Sarayı'ndaki bazı
kargir yapıların onarımından bahsedilirken, herhangi bir ahşap yapının
onarımından söz edilmez. (Afyoncu, 2001, 50-55)
Olasılıkla
İstanbul'daki ahşap konutlar çoğunlukla, ilk yapıldıklarında daha küçük, az
katlı ve özensiz olarak yapıldıktan sonra, karşılaşılan ilk yangından sonra
göreli olarak büyütülmüş ve zenginleşmişlerdir. Çeşitli biçimlerde izlerine
rastlanan bu ahşap konutların en önemlileri olarak sayabileceğimiz, padişaha
ait ahşap sarayların ise 19. yüzyılda yıkılmış olmaları ilginçtir. Birçok ahşap
saray aynı geleneğe uygun olarak, yerine kargir bir kasır ya da köşk yapılmak
üzere yıktırılmışlardır. (Kuban, 2001, 9-16) Bu aşamadan sonra onarım
süreçlerinin başladığı gözlenebilir. 19. yüzyıl sonlarında, İstanbul ya da
Anadolu kentlerinde sözü edilen hükumet konağı, çeşitli kamu yapıların
öykülerinde ahşap yapıların yıktırılarak yerine kargir olarak yapıldığından söz
edilir. Öte yandan 20. yüzyıla kalabilmiş bazı çok eski ahşap yapılarla ilgili
kapsamlı onarım öykülerine de pek rastlanmaz. Tamir ve bakım masraflarından dolayı
terk edilme aşamasına gelmiş, özellikle yalı öykülerine ise sıkça
rastlanabilir.
Yıkımın dayanılmaz cazibesi
Taşıyıcı
sistemine su almış ve çürümüş ahşap yapıların onarımındaki güçlükler, yenisini
yapmanın daha kolay olacağı inancı toplumda halen yaygın söylemler olarak
yaşamakta. Bunun kuşkusuz dönemine özgü koşulları olduğu düşünülmeli. Özellikle
19. yüzyılın koşulları düşünüldüğünde, önemli bir ahşap yapının yıktırılmasının
iyi bir yakacak sağlama yöntemi olmasının dahi bir etken olabileceği akla getirilebilir.
Geç Osmanlı kültüründe bir "yıktırıp yerine yenisini yaptırma" kültürünün
varlığından söz etmek de aslında çok aykırı bir duygu uyandırmıyor. Batılılaşma
sürecindeki bir toplumun değerlerinin ve koşullarının batıdan oldukça farklı
olması şaşırtıcı olmamalı. Nişantaşı bölgesindeki çok sayıdaki "muhteşem
konak"ların, birkaç onyıl içinde "yıktırılarak" yerlerine
apartmanlar yapılmış olması da açıklanması gereken önemli bir olgu olarak
algılanmalı. Burada bir motif padişahı örnek alacak bir savurganlık olduğu
kadar, bir başkasının da kentsel arsa elde etmekteki zorluklar olabileceği
düşünülebilir. Kentsel arsa üretimindeki yetersizliğin, cumhuriyet dönemi boyunca, tarihsel yarımadanın yapı stoğunun
apartmanlaşma karşısında korunamaması, Bağdat caddesi bölgesindeki yazlık
köşklerin arsalarının parçalanarak apartmanlaşması gibi çeşitli bağlamlarda süregittiği yine
kanıksanmış bir gerçek.
Sıradan ahşap
yapıların koruma kültüründe yer edinmesindeki zorluklar biliniyor. Öncelikle,
geleneksel yaşamını sürdüren yerleşimlerde, ahşap yapıların onarımı için uzun
yıllar boyunca, uzun proje onaylama süreçlerini gerekli kılan yaklaşımların
olumsuz etkilerini kabul etmek gerekiyor. Bu bürokratik mekanizmaya tepkisini
"çivi çakamazsın" tekerlemesiyle gösteren toplumun bugünkü
gereksinimlerinin "basit onarım" kavramı çerçevesinde karşılanması da
her zaman olanaklı görünmüyor. Bugün giderek geçerlilik kazanan "basit
onarım" yaklaşımının yakın geçmişte de oldukça etkili olabileceğini
düşünmemek mümkün değil. Yakın geçmişte, bu tür yaklaşımların karşısındaki
engelin de, Zeki Sayar'ın 1960'larda Arkitekt'te yayınlanan bir başyazısında
değinildiği gibi, "ruhsat bürokrasisi" ve çevresindeki
illegalleşmeler olduğunu kabul etmek gerekiyor. (Sayar, 1963) Sonuçta,
geleneksel konut dokularında, kullanıcıların kendi olanaklarıyla
gerçekleştirebilecekleri, kolaylaştırılmış bir "basit onarım"
anlayışının gecikmesi, ahşap yapı yerine ahşap görünümlü betonarme bir
benzerinin yapıldığı II. grup uygulamasının yaygınlaştırdığı "yıkarak
aslına uygun yapma" söylemi yıkımı kanıksatan temel neden olarak
görülmelidir.
6. Yine 2011'de yıkılan Doğu Apartmanı |
5. 2011'de yıkılan "Bn Firdevs Apartmanı" |
7. Arkan'ın Uşaklıgil Apartmanı yıkım tehditi altında. |
Kargir
yapıların ise aksine toplum tarafından korunmaya değer görüldüğünü gözlemleyebilmekteyiz.
En simgesel örneği Dolmabahçe Sarayı olan, 19. yüzyıl'da kargir olarak yeniden
yapılan saray ve kasırlar bir biçimde mimarlığın nihai hedefi gibi algılanıyorlar.
Hatta büyük çoğunluğun bu yapılara anıtsal ve korunmaya değer, geri kalan ahşap
ve modern betonarme yapılara ise geçici ve değersiz gördüğü de gözlenebilmekte.
Ancak bunun kargir yapılarının korunabilmesi adına bir güvence olmadığı da Sütlüce
Mezbahası deneyiminde kesinleşmiş oldu. Yapının "tarihsel değeri"nin
toplumca küçümsenebilir olmasının, birçok kargir endüstri yapısının, yeraltı
otoparkı vb işlevler adına yıkılarak "aslına uygun olarak yeniden
yapımına" neden olabileceği akılda tutulmalı.
Böyle bir
ortamda betonlaşma nitelemesiyle değersizleştirilen çağdaş betonarme yapıların
temizlenerek, yerlerine Osmanlı, hatta zaman zaman Selçuklu mimarlığı stilinde,
kah ahşap kah kargir görünümlü yeni betonarme yapılar yapma
"proje"leri, mimarlık kültürüne herhangi bir yakınlığı bulunmayan,
hatta kolaylıkla mimarlık mesleğine cephe alabilecek yapıdaki bir toplumda
kolaylıkla destek bulabiliyor. Böyle bir ortamda, örneğin Süleymaniye'de
"dokuya uygun olmayan" çağdaş yapıların, apartmanların, yıktırılarak
"dokuya uygun", tarihsel görünümlü olarak yeniden yapılmaları
projeleri toplumda destek bulabiliyor. Mimarlığın varlığının dahi
sorgulanabildiği bir toplum için bunlar çok da şaşırtıcı olmasa gerek. Sonuçta,
bir yapıyı yıkarak, dış görünümü değiştirmeden, "hijyenik koşullarda"
yeniden yapmanın koruma sayılageldiği bir toplumda, son yıllarda oluşan bu yıkım
histerisine tepki gösterilmesini beklemek oldukça zor. Daha önemli kentsel
konumlarda ve kamusal yapılarda bodrum kat kullanımları da kuşkusuz daha çok
önem taşıyor. İşlev değişiklikleri kat yükseklikleri için belli normları
zorladığı gibi, plan şemalarını da kritik hale getiriyor doğal olarak. Sonuçta
konu edilen değişimlerle "korunabilen" görünümden başka bir şey
olamazken, belki de ortaya çıkan sahte tarihsellikleri çok da garipsememek
gerek.
Kaynaklar:
Afyoncu, Fatma.
2001, XVII Yüzyılda Hassa Mimarları Ocağı,
T.C. Kültür Bakanlığı.
Ahunbay,
Zeynep. 1996, Tarihi çevre Koruma ve
Restorasyon, Yapı Endüstri Merkezi Yayınları.
Colquhoun,
Alan.1990, Mimari Eleştiri Yazıları,
çev. Ali Cengizkan, Şevki Vanlı Mimarlık Vakfı Yayınları.
Kuban, Doğan.
2001, Kaybolan Kent Hayalleri: Ahşap
Saraylar, Yapı Endüstri Merkezi Yayınları.
Morawski,
Stefan. 1981, "Marxist Historicism and the Philosophy of Art", s. 61-67,
derleyen: Porphyrios, D., On the
Methodology of Architectural History, Architectural Design Profile.
Sayar, Zeki.
1963, "Hasta bir Teşkilat: İstanbul İmar Müdürlüğü", Arkitekt.1963/3, 99-100.
Historicisms of Poverty
Reference to
the past can be accepted as the mainstream of modern architecture.in Turkey,
starting from the 1880's revival of Sinan's age and continuing as the I.
National movement. Modernism seems to be an unlucky movement within this
mainstream, as "carrying the essence of history into modern means"
defines the architectural discourse even in the 60's. Direct historicist
architecture, in the eclectic sense, comes from some "dominant"
personalities in the mid 80's, to start to change the cityscape. It is hard to
explain the fact that how can a society so ready to accept historical
forms so ignorant to preservation of
historical architecture. This situation can be partially explained with a
"culture of demolishing" in the late Ottoman times. Wooden structures
of considerable quantity, including many seaside palaces belonging to the
dynasty were demolished to be replaced by masonery buildings in the late 19.
century. Reinforfced concrete buildings also seem to share the fate of the
wooden structures, especially after the 1997 earthquake. The result is a
"histeria of demolition" that is terrorizing the architectural scene
in Turkey, many buildings are in danger of demolition, to be replaced by copies
"built according to their originals".
http://www.mimarist.org/yayinlar/mimar-ist/2507-mimar-ist-bahar-2012.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder