Zafer Akay
Bu metin 2011 Aralık ayında, TMMOB Mimarlar Odası Ankara
Şubesi’nin Bina Kimlikleri Söyleşileri başlıklı etkinlik dizisindeki
bir konuşmaya dayanıyor. Dolayısıyla konuşma formatı değiştirilmedi. Sadece metin biraz düzenlendi. Soru
cevaplarda gündeme gelen iki konu da metnin sonuna eklendi.
Vali Evi, Ankara, Kuzeybatıdan |
Emek İşhanı, Ankara, Güneyden |
Yarışmalar, Yapılar
TTB İzmir Şubesi Yarışma Projesi, 1952 |
Tokay'ın erken dönem projeleri hakkında çok fazla bir şey
bilinmiyor. 1952 yılında bir yarışma projesi, Türk Ticaret Bankası İzmir Şubesi
önerisi, 1940’ların sonundaki milli mimarlık dediğimiz, daha geleneksel mimarlıktan
modernizme geçişi temsil ediyor. Aynı dönemlerde “İstanbul Şadırvanları” adlı bir yeterlilik tezinin kitap olarak
yayınlandığını biliyoruz. Mimarlık tarihiyle de ilgisi olduğunu böylece
biliyoruz. Bundan sonra, Erzurum Atatürk Üniversitesine kadar çok fazla bir şey
bilmiyoruz.
Buraya gelmeden önce, bu çok özel mimarın, çok özel bir yapısı olduğunu
da fark etmemek mümkün değil: Vali Evi. Bu yapı benim kişisel olarak en çok
sevdiğim
binalar arasında, Bir başka mimar arkadaşım da beş yaşındayken “biz niye bu binada oturmuyoruz” diye
sorarmış. Bu ilgi sanıyorum paylaşılıyor.
Başka projelerinin olduğunu biliyoruz. Ortadoğu Teknik Üniversitesi
birinci yarışmasına, Behruz Çinici’yle katıldığını, ikinci yarışmasına da bu
kez Teoman Doruk ile birlikte katıldığını biliyoruz. Mutlaka başka yarışmalara da
katılmıştı.
Enver Tokay’la ilgili bildiklerimizi biraz daha paylaşmak, bunu da
daha çok 50’ler ve 60’ların Arkitekt'lerine bakarak yapmak istiyorum. 1950’ler Ankara
için, yani devlet yapıları açısından çok verimli bir 10 yıl değil gibi
gözüküyor. Özellikle 50’lerin sembol yapıları, genellikle o dönemin genel
eğilimleri, Amerikanizasyon eğilimleriyle birlikte, sembol yapılar daha çok
İstanbul’da. Hilton gibi, İstanbul Belediyesi gibi... Bununla birlikte devlet
yapıları daha az demek lazım. 50’lerin ikinci yarısında yarışmaların tekrar ortaya
çıkması çok önemli. Oldukça verimli bir dönem, Zeki Sayar'ın da söylediği
gibi. Arkitekt'ten de bunları takip edebiliyoruz. 50’lerin ikinci yarısının, genel
olarak mimarlık için de ekonomi için de çok iyi olmadığını, mimarlığı da çok
desteklemediğini de görebiliyoruz. İstanbul’un imarı gibi bir şehircilik boyutu
var ve konut boyutu var elbette, ama kamu yapıları açısından çok verimli bir
dönem olmadığını, daha çok enerji yatırımları, barajlar vesaire olduğunu
görebiliyoruz.
Buna karşılık 60’lar ise, yine Arkitekt'ten de çok rahat
izleyebildiğimiz gibi, yarışmalar çok verimli. Bu kez kamu yapı yapıları açısından
çok verimli bir dönem başladığını görüyoruz. 60’lı yıllarda, belki 70’lerin
ortasına kadar süren bu dönemde, yarışmalar çok yoğun olarak yayınlara da yansıdığından,
bilgi de edinebiliyoruz. Bir yandan Güzel Sanatlar Akademisi asistanları, bir
yandan İstanbul Teknik Üniversitesi asistanları çok ağırlık taşıyor
yarışmalarda. Değişik kombinasyonlarda farklı ekipler oluşturarak bu
yarışmalara katılıyorlar, bir rekabet söz konusu. Mimarlık yayıncılığında da
bir rekabet söz konusu, oldukça verimli bir dönem.
Erzurum
Atatürk Üniversitesi Yerleşkesi
Bu yarışmalarda Enver Tokay’ın da oldukça önemli bir rol
oynadığını görüyoruz. Burada yine yönlenme açısından ilginç bir projeden bahsetmek
istiyorum. Atatürk Üniversitesi kampusu tasarım ekibinde Hayati Tabanlıoğlu da var. Behruz Çinici’nin anılarında da bahsedildiği
gibi, daha çok Ayhan Tayman ve Çinici’nin tasarım sorumluluğunu üstlendiği bir
proje gibi gözüküyor. Richard Neutra’nın jüri başkanı olduğunu ve bu
projeye büyük bir hayranlık duyduğunu biliyoruz.
Erzurum Atatürk Üniversitesi Kampüsü Yerleşim Planı, 1955 |
Burada, kampusun planlamasında, güney yönlenmesi, tam olarak
güneydoğu yönlenmesi çok dikkat çekiyor. Ama arada buna uymayan yapılar da var.
Yani çoğunlukla güneydoğu, kuzeybatı yönlenmesi varken, buna uymayan bazı
yapılar da var. İlginç bir şekilde bunların da belli bir kısmı yapılmış. İki
sosyal bilimler ve kimya binasıyla, yurtlar ve lojmanların belli bir bölümü
yapılmış. Ziraat Fakültesi de belli belirsiz, yani çok benzerlik taşımıyor. Buradaki
iki grup bina, oditoryum uygulanmış. Tabi kampus çok farklı bir görünüm
kazanmış. Behruz Çinici’nin anılarında aslında bu kampus, özellikle de kimya
binası iklimle ilgili sorunlardan dolayı, bazı yapıların altının boş olmasından
dolayı, yani genelde bir ısınma sorunundan dolayı, biraz pişmanlıkla
hatırlanıyor. Aslında, ilk yapılan Kimya Binası, bir şekilde genele uymayan,
doğu-batı yönlenmelerinde, dersliklerin doğuya, laboratuarlarınsa hem doğuya,
hem batıya yönlendirildikleri bir yapı olarak daha az şanslı.
Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi, 1955 |
Tabi bu dönemlerde, bunun genel bir trend olduğundan, söz etmek
gerek. Bauhaus için bu güney yönlenme ilkesi çok
açık. Ama Le Corbusier’nin bunu hiç paylaşmadığını, tam tersine doğu-batı
yönlenmeli büyük bloklar tasarladığını görüyoruz. 50’lerin uluslararası stil
yaklaşımında Bauhaus yaklaşımının tekrar gündeme geldiğini düşünebiliriz.
Burada dersliklerin doğuya yönlendirildiğini görüyoruz, güncel
hali böyle gözüküyor. Diğeri, Sosyal Bilimler yapısı ise, bu kez dersliklerin
güneye yönlendirilmiş olduğu bir yapı. Ziraat Fakültesi'nde de, yurtlarda da,
yine aynı şekilde güney ve kuzey yönlenmeleri geçerli. Lojmanlarda da tekrar
ediyor.
DSİ Genel
Müdürlüğü
DSİ Genel Müdürlüğü, 1958 |
Bir başka yarışma projesi, 58 yılından, DSİ Genel Müdürlüğü, yine tesadüf
olamayacak şekilde güney-kuzey yönlenmeli. Aslında Eskişehir Yolu'nun özelliği belki
de bu biraz da. Belki şunu söylemek gerek: Batı yönlenmesi, özellikle bulvarın
doğu yakasındaki yapıların, Emek İş Hanının olduğu bölgedeki yapıların sorunu. Ankara’nın
bu çok ciddi bir problemi. Batı güneşiyle mücadele etmek, kepenkli veya güneş
kırıcılı
yapılar olması. Bu açıdan Emek İşhanı oldukça farklı Eskişehir Yolu'nun da bu
açıdan şanslı olduğunu düşünmek lazım. Eskişehir Yolu boyunca olan
gelişmelerde, zaten doğal olarak ön cephelerinin güney yönlenmesiyle çözümlenmiş
oluyor.
DSİ Genel Müdürlüğü, 1958 |
Çok ilginç bir motif var iki pencere arasında, ben bunun "kafa
penceresi" gibi yorumlanabileceğini düşünüyorum. Yani şu ahşap bant
panelin, -pek adını da koyamadım, belki öneride bulunabilirsiniz- yani bakış
yüksekliğinden sonraki kısmını ayıran, sadece ışık alınan. Bu Valilik Evinde de
çok belirgin bir figür, şaşırtıcı bir benzerlik yaratıyor. Bu proje de yine
Teoman Doruk ve Behruz Çinici’yle birlikte yapılmış. Özellikle çörten detayları
ilginç. Bu ahşap elemanın eskime açısından biraz problemli olduğunu da görebiliyoruz.
Emek İşhanı
Emek İşhanı, 70'ler |
Emek İşhanı, güncel |
Tadilattan önceki halinde, güney tarafından güneş kontrolü ciddi
bir problemdi. Ben çıktığımda burada son derecede yoğun kullanılmış, yıpranmış
jalûziler dikkat çekerdi. Jalûzilerin sürekli açılıp kapanması gerekiyordu
içeriden. Şu anda oldukça talihsiz bir tadilat geçirmiş. Ankara’da beni en çok
şaşırtan olaylardan bir tanesiydi. İster istemez Temel'in sınırsız yükseklikte
gökdelenine bir de çekme kat yapmak istemesi hikayesini hatırlattı. Yeni cephe
de çok yadırgatıcı, burada nefis bir beton yüzey ve sanırım Kuzgun Acar’ın bir
heykeli vardı, olağanüstü bir şeydi, yok olması üzücü gerçekten. Burada da, şu
anki durumda güney cephesinde filmle güneş kontrolü yapıldığı gözüküyor.
Ankara Vali Evi
Vali Evi’nde ise, diğerlerinden oldukça farklı bir yaklaşım olduğunu görüyoruz. Bu vurgulanmış. Şevki Vanlı bunu prizmadan sıkıldığı ve burada bir değişiklik aradığı şeklinde yorumlamış. Enver Tokay’ın o tarihlerden sonra, sanırım 60’ların ortasından sonra başka işini bilmiyoruz aslında, son işi gibi gözüküyor. Burada kutunun patlatılması dediğimiz, Wright’vari bir yaklaşım da söz konusu. Yönlenme açısından hiç de bir öncekilere benzemeyen bir yapı var. Özel bir nedenle yapının protokol kısmı diyebileceğimiz, yani kamusal kısmının bulunduğu bölümün ortografisinden, saptırılmış bir açıyla, özellikle yönlendirilmiş olduğunu görüyoruz.
Vali Evi, Ankara, kuşbakışı |
Vali Evi, Ankara, Doğudan |
Başlangıçta bu yapıya ilgi duyarken, yönlenmesini çok da
düşünmemiştik. En başta, yapıyı çok özel yapan korkuluksuz balkonların, bunlara
saçak mı demek lazım bilemiyorum, oldukça sıra dışı olduğunu düşünebiliriz. Şu
anda bu halini görmüyoruz, ama merdivenler halen korkuluksuz. Ancak
adlandıramadığım ahşap bant, panel diyebileceğimiz eleman artık yok.
* * *
Tokay'ın Özel
Yaşamı
Sualp Güreşçioğlu'nun sorusuna da biraz değineyim. Ben de Enver Tokay’la ilgili benzer
şeyler duymuştum. Şöyle bilgiler edinmiştim: 60’larda mimarların durumu çok iyiydi.
Bu kamusal yapıları çok ciddiyetle yapıyorlar ve bunun karşılığını da
alıyorlar, iyi para kazanıyorlardı. Enver Tokay da bu dönemde, iyi yaşayan bir
mimar olarak hatırlanıyor, çeşitli detaylarıyla. Bunun birçok ayrıntıları
olabilir.
Burada ilginç olan, Enver Tokay bu kadar başarılı bir kariyerle
kendini tanıtma ihtiyacı duymamış olması, yayınlanmamış da... Bu nasıl olmuş
diye bakınca, birçok dönemden geçiyoruz, mesela mimarların rekabet dünyasından,
bir dönem "Türkiye’de mimarlık mı var?" denilmesinden. Bugün çok
farklı bir yere geldik sanırım, anma programımızla, ulusal sergilerle, çok
farklı bir noktaya geldik.
Modern
Mimarlığın Tescillenmesi
Binaların tescillenmesiyle ilgili birçok konu var, ama biraz
hazırlıksız mı yakalanıyoruz? Şimdi çok inanılmaz şeyler oluyor. Mesela
İstanbul’da bilebilirsiniz, çoğunlukla 8 katlı binalar var. Taksim’in
ortasında, Lamartin Caddesinin girişinde koskoca bir Doğu Apartmanı, Rebii
Gorbon tasarımı, altında İş Bankası vardı, birden bire paldır küldür gitti. 8
katlı bitişik düzende oluşmuş bina, çevrede de yapılaşma bu bitişik düzende. Bu
nasıl oldu? Bunları takip etmek de gerçekten zor. Yani bütün bu kadar çok
binanın tek tek tescillenmesi de bilmiyorum nasıl olacak?
Toplumda bir problem var. Her yapının yıkılabileceğini veya
yıkılabildiğini kanıtlamış bir toplumuz. Yapı stoku olarak hiçbir yapının değeri
yok. Toplumda böyle bir şey yerleşmiş, nasıl olmuşsa, yani her binanın
yıkılabileceğine dair. Yenisini yapmak daha kolay deniyor filan, böyle bir
anlayış var, bunun toplumda nasıl oluştuğunu anlamaya çalışmak gerekiyor belki.
Atatürk Bulvarı, 70'ler |
Ankara’da Kızılay Meydanıyla Sıhhiye arasında, sadece üç bina
görebildim 1940’lara, 50’lere gidebilecek, tümüyle yenilendi. Anlaşılıyor ki, 5
katlıydı bu binalar, şimdi 8 katlı oldu ve hemen hemen tümü yok oldu. Yani bunu
biraz anlamak zorunda kaldık, beş katlı binanın ayakta tutulamadığını anlamak
zorunda kaldık. Ama şu anda 8 katlı binalar da yıkılıyor ve arkasından yine 8
katlı olarak yeniden yapılıyor.
Hiç değilse aradan böyle birkaç tanesini seçip, korumaya
çalışmalıyız. Yoksa bütün kente, o koskoca bulvara, dört katta kal deme erki
kimsede yok. Nitekim o şekilde şekillendi, ama arada bir-iki böyle tesadüfle,
mesela Tapu Kadastro'nun bulunduğu birkaç eski villa var. Ödüm kopuyor bir gün
onlara bir şey olacak diye. Onlardan 8-10 tane vardı Kızılay’da, kala kala iki
tane kaldı herhalde. Biri kebapçı, birisi yakın zamanda Tapu Kadastro'nun
kendisiydi, şimdi bilmiyorum. Eyvah yani, onlar da gitmesin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder